-->-->
 
     

 

  Kendini koruyan Şehir - 1. Bölüm
 

Ahmet Köseoğlu

 KENDİNİ KORUYAN ŞEHİR

Ahmet KÖSEOĞLU

1967 yılında Konya'da doğdu. 1990'da Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesinden mezun oldu. Konya'da çıkan Merhaba gazetesinin kuruluş çalışmalarına katıldı. Bölge Televizyonu Kon TV'nin kuruluş çalışmalarında bulunarak müessese ve haber müdürlüğü görevlerini ifa etti. Türkiye Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği ve Konya Şube Başkanlığı'nı yürüttü. Yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı.
Yazarın telif ve edisyonuna katıldığı eserler şunlardır: Fotoğraflarla Geçmişte Konya (1996), Medeniyetlerin Kavşak Noktasında Konya (1997), Gönüllerin Başkenti Konya (1998), Bir Başarı Öyküsü (1998), Minyatürlerle Nasrettin Hoca (1999), Konya'da Kültür ve Hayat (2004), Âlem Dönüyor-Minyatürlerle Mevlevihaneler (2006).

Her gün bir yere göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş
(Hz. Mevlânâ)

SUNUŞ

Dünün efsunlu güzelliklerini pırlanta şehirlerinde aramak, günümüzün sentetik kentlerine bir haksızlık olmasa gerek. Bilakis Konya'nın, Bahçesaray'ın, Şam'ın, Kütahya'nın, Akşehir'in, Bolvadin'in ve hatta İslam coğrafyasının bütün kandil şehirlerinin üzerine çöken tozların alınıp sentetik kentlere ve geleceğe birer ibret numunesi olarak sunulması, gecikmiş bir hakkın teslimi olsa gerek. 
Modern Batı'nın genç kentlerinin çağdaş enstrümanlardan destek alarak oluşturdukları hegemonyaya içten içe ince bir başkaldırı da denebilir insanın geçmişe özlemine. İnsan, geçmişiyle yaşıyor geleceğe koşarken. Tanpınar, geçmişin bizi çekmesini, onların bizde bıraktığı boşluğa bağlıyor: Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey insanların kendileri değildir, ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. Bizi onlara doğru çeken, bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. 
Seyahatte sıhhatin olduğunu, yitiğimizin seyahatle de bulunabileceğini naçizane görerek yaşadım, yaşayarak yazdım. Gördüğüm ve işittiğim bilgilerin ve hatta yorumların noksanlığını, gözümün net görmediği, kulağımın iyi işitmediğine verip hoş görülmesini isterim.

Ahmet Köseoğlu

 

 

 

ZAMAN ŞEHİR ŞAM

Bitti m'ola Şam ilinin hurması
Gitti m'ola ala gözün sürmesi
Bağdat'ın Basra'nın telli turnası
Turna yardan selam geldi eylenme
Karacaoğlan

"Biz pencerelerimizi hem Batı'ya açmalıyız, hem Doğu'ya. Ama önce kendimizi tanımalıyız. Kendini tanımak, irfanın ilk merhalesidir" diyen mütefekkir Cemil Meriç'in vefatının 14. yılı anma toplantısını Antakya'da gerçekleştirip Suriye'ye doğru yola revan olduk.
Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis fikir işçisi Cemil Meriç'in doğduğu Reyhanlı'da, arızalanan otobüsümüzün probleminin giderilmesini beklerken, Yazarlar Birliği üyelerinden bazıları anlamlı; ama zorunlu molanın getirisine kürek çekercesine, toplantıda dile getir(e)mediklerini ayaküstü otobüsün gölgesinde birbirlerine anlatmanın gayretinde idiler.
Hatay'da Fransız kültürü / eğitimi alan Meriç'in, Bu Ülke ve Işık Doğudan Gelir adlı eserlerine övgüler düzerek Doğu'ya açılan pencerelerden birine, Cilvegözü kapısına dayandık.
Cemil Meriç İstanbul, Ankara, Konya, Bursa, Şam, umran, uygarlık, Doğu, Batı derken 40-45 dakika geçmişti ki Halep'teyiz. Halep merkezinde büyükçe bir lokantaya girince bir de ne görelim? Müsiad Konya Şubesi üyeleri mekânın yarısını doldurmuş! Meğer Halep ne kadar yakınmış bize, herkes burada. Konyalı sanayicilerin karşısında Halepli, Şamlı işadamları; Türkçe, Arapça, İngilizce karışımıyla anlaşabiliyorlar birbirleriyle. "Coğrafya, medeniyet, tarih hep aynı, İslâm ortak payda. Aynı geminin insanlarıyız, niye anlaşamayalım ki" diyor sanayici bir dostum. "Türklerle Araplar etlen tırnak gibidir" diyorum ben de. Suriye başbakanının da, "İki ülkede yaşayan tek bir halkız" mealinde bir sözünü televizyonda bir mülakatında dinlemiştim diye ekliyorum.
Halep Kapalı Çarşısı'nın bitiminde bahçesi Kale'ye bakan kafede Ahmet Kot ve Yusuf Kaplan'la oturup nefeslendik. Çarşının çıkış kapısındaki çocukların bize Türkçe lâf atmaları, Tatlıses'ten arabesk parçalar okuyup şirinlik gösterisinde bulunmalarını izlerken, Reyhanlı Otobüs Garajı'ndaki vatandaşlarımızın Arapça konuştuklarını dostlara hatırlatıp, "Hatay'da Arapça, Halep'te Türkçe" diyerek geç kalmışlığımızın dramatik karikatürünü çizen bu söz dilimden düşüverdi.
Halep'in nerede, arşının da ne olduğunu öğrendiğim zaman, Yavuz Sultan Selim'in Mercidabık Savaşı'nda, Memluk Sultanı Kansu Gavri'yi yenip Halep'i Osmanlı topraklarına kattığını öğrendiğim ilkokul yıllarıydı sanırım. Pek tuhaf gelmişti çocukluğumda Memluk sultanının ismi. Epeyce bir zaman dilime dolamıştım Kansu Gavri adını.
Birçok özelliğiyle Konya'ya benzerliğini gözlemlediğim Halep'in kapalı çarşısını anlatan ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin, "5700 dükkânlı Halep Çarşısı, dünyanın en büyük birkaç çarşısından biridir. Âdem deryasıdır. Alış verişin hesabı olmaz, iki bedesteni olup, bedesten tacirleri arasında 100 bin altın sermayesi olan, Avrupa ve Hindistan'a mal götürüp getiren büyük zenginler mevcut" diye kayıt düştüğü ve birkaç defa yangına maruz kalan çarşının aslına uygun ve daha sağlam yaptırılmasının güzelliğinin yanında, Konya'nın çarşılarının günümüze intikal edememesinin derin hüznünü yaşadım. Tarihe tanıklık eden şehirlerin ilk sıralarında gelen Konya'nın dünden bugüne çarşılarını taşıyamamasının acısını İstanbul'a her gidişimde Kapalı Çarşı'da da hissederdim, şimdi de Halep'te aynı duygu.
Değerli seyyahımız Evliya Çelebi yine aynı çarşıdan bahsederken 500 kadar kahvehanenin olduğunu, Arslan Dede Kahvehanesi'nin 2000 insan aldığını ve burada hânende (şarkıcı-okuyucu), sâzende (saz çalan, çalgıcı), rakkâse (dans eden) ve hikâyecilerin varlığından söz eder. Çarşıda mahşerî kalabalıkta ve dar zamanda Arslan Dede'nin kahvehanesini arama işini başka bir Halep buluşmasına bırakıp Suriye'nin, hatta Arap dünyasının meşhur dondurmacısında ünlüler ve Arap liderleriyle birlikte (Onlar duvardaki fotoğraflarda, bitmeyen dondurmalarıyla) dondurma yemenin keyfine vardık.
Evliya Çelebi'nin, "Halep şehrinde 176 tekke olup en mükellefleri Bâb-ı Ferec dışında, Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin makamıdır. Buranın etrafında birçok fukara hücreleri vardır. Uşşak makamından çıkıp devri revân usulünde ayin-i şems ve devri vurduğunda havuzundaki balıklar dahi semâ yapar" diye bahsettiği Halep mevlevîhanesinde musiki susmuş artık, fukaralar şehirlerine (Medine'ye) göç etmiş, balıklar da Urfa balıklı göle semâya gitmiş herhâlde.
Halep'te Osmanlı şehir dokusunun gelişmesini sağlayan ve İstanbul mimari esintileri taşıyan yapıların hâlâ çoğunun ayakta durması ne güzel. Osmanlı'nın mimariden mutfağa, müzikten sosyal yaşama kadar hayatın birçok yönüne tesir ettiğinin olumlu referanslarını bizzat müşahede ettik. Zaman zaman kendimizi Bursa'da, Konya'da, Urfa'da hissettik.
Halep Kalesi, Hz. Zekeriya peygamberin kabri ve mescidi (Ulu Camii-Cuma Camii), Beylerbeyi Osman Paşanın yaptırdığı külliye, Dukaginzâde Mehmet Paşa Külliyesi ve Adliyye Camii, kiliseleri, çarşıları derken günün hayli geç saatlerinde Halep'ten ayrılıp Şam'a doğru yola koyulduk.
Muhiddin İbn Arabî'nin Futuhat-ı Mekkiye'sinde, "Belde-i Muhayyere" olarak belirtilen üç şehirden biri olan şehrim Konya'ya muhabbetimin artmasında, Medine ve Şam gibi seçilmiş şehirlerle birlikte zikredilmesinin payı büyüktür. "Efendimize (s.a.s) hicreti esnasında üç şehir bildirilmiş, o da fukaraları çok olduğu için Medine'ye hicreti tercih etmiş" mealindeki hadiste (zayıf da olsa) içinde geçen Şam'a giden ilk Konyalı ben değildim şüphesiz; ama benim için ilkti. Hz. Mevlânâ'nın Şam'a Şems'ini aramaya gitmesi ya da Şam'dan İbn Arabî'nin, Sadreddin Konevî'nin âlim babasıyla görüşmek için Konya'ya gelmesi kadar derin mânâları olmasa da ben de ziyadesiyle heyecanlanıyordum Şam-ı Şerif'e yaklaştıkça.
Seyahat öncesi İslâm tarihi kitaplarına göz atıp Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi maddelerini, uzun yolculuğumuzda fırsat olursa göz atarım diye fotokopi ettirmiştim. Otobüsün zayıf iç aydınlatmasına ve gözlerimin zorlanmasına aldırış etmeden İslâm tarihinin bu büyük iki şahsiyetine muhabbetimin artmasına vesile olan yazıların altını çizerek heyecanla okudum.
Tarihçi İbn Esir; "Hulefa-i raşidin ve Ömer b. Abdülaziz'den sonra gelen en adil ve salih hükümdar Nureddin Zengi'dir" diyordu. Sultanın çağdaşı olan İbn Cevzi de, "Nureddin (.) kâfirlerin elinde olan elliden fazla şehri geri aldı. Onun hayatı pek çok sultanın ve idarecinin hayatından daha temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenli ve emniyetli idi. Onun övülecek tarafları pek çoktur. O, kendini Bağdat'taki halifeliğe bağlı ve onun emrinde görürdü. (.) Karakteri yumuşak huylu, şatafatsız ve alçak gönüllü idi. Âlimleri ve dindaşlarını severdi" diye kayıt düşmüş.
Büyük yönetici, salih hükümdar Nureddin Zengi'nin; adaletli, insaflı ve merhametli, ibadetine düşkün, zâhid, muttaki bir sultan olduğunu bütün tarihçiler belirtiyor. İslâm topraklarına musallat olan Haçlıları geri püskürten sultanın en büyük arzusu Kudüs'ten de Haçlıları çıkarmaktı. Fakat buna ömrü vefa etmedi. 1174 yılında 56 yaşında iken vefat etti. Ama kendi hâlinde mütevazı bir insan iken zorla Mısır'a gönderdiği komutan Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethettiğinden ruhaniyeti haberdar olmuştur.
Nureddin Zengi bir gün rüyasında Peygamberimizi görür.
Efendimiz, "Ya Nureddin! Benim cesedimi şunlar çalıyor" diye üç kişiyi gösterir. Biraz mahzun olan Peygamberimizin bu durumu Zengi'yi telâşlandırır. Hemen Medine-i Münevvere'ye gelerek büyük bir davet verir. Herkesin bizzat gelerek yemek almasını ister.
Kazanın başına oturan Nureddin Zengi, rüyasında gördüğü üç kişiyi göremeyince sorar: "Ey Müslümanlar! Medine'de bulunup da buraya gelmeyen var mı?" Birisi, "Bizim mahallede üç yabancı vardı. Onları burada göremedik" deyince hemen oraya varırlar. O üç kişi, Peygamberimizin gösterdiği üç kişidir. Gördükleri manzara karşısında gözlerine inanamazlar. Kazdıkları tünelle Peygamberimizin kabrine bir hayli yaklaşmışlardır. Zengi, hemen türbenin etrafını kazdırarak muhtelif metal madenlerle sağlamlaştırır.
Bu adil melikin Şam'da Nûriye Medresesi'ndeki kabrini ziyaret edemeyişimizin grup gezisi yaptığımız gibi basit sebepten olduğunu dile getirmek yerine Şam'a tekrar kavuşmak -vesile, Sadreddin Konevî'den İbn Arabî'ye selâm götürmek- için dua etmek daha mânâlı olsa gerek.
Selçuklu atabeylerinden olan Nureddin Zengi, hükümdarlığını / hizmetkârlığını yaptığını bütün şehirlere büyük medreseler, camiler, imaretler, kervansaraylar, hastane ve daru'l-hadisler yaptırmış olmasıyla, aynı zamanda rasathaneler kurdurup, güneş saati yaptırmasıyla ilme, sosyal devlet anlayışına uygun hizmetler vermek isteyen sultanlara iyi bir numune de olmuştur.
Emevi, Abbasi, Selçuklu, Eyyubi, Osmanlı bayrakları altında tek halk olarak yaşaya gelen Suriye ile Türkiyelilerin bu 1200 yıllık birlikteliği maalesef Lozan'da sona ermiş.
Nureddin Zengi'yi, Selahaddin Eyyubi'yi iyi tanıyamamış Şerif Hüseyin'in Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerle beraber olmasını, bizim kadar Suriyelilerin de unutmaması gerekir.
Tarihte Türklerle Araplar kadar birbirlerine kaynaşmış başka millet var mı bilmiyorum. 14 asırlık İslâm tarihinin 12 asrını birlikte yaşadı bu iki millet.
Sezai Karakoç, "Hatay Suriyelilerin, hatta İstanbul da onların; Şam, Halep de bizim. Ayrımız gayrımız yok" derken aynı damardan beslendiğimizi, ihtiyacını hissettiğimiz şuurun tarihimizde olduğunu, masa başında çizilen sınırların da sentetik olduğunu vurguluyor bir mânâda.
Şam; Mekke, Bağdat, İstanbul gibi, yaşlı kıtanın en önemli şehirlerinden biridir. Fenikelilerden İbranilere, Hititlerden Perslere kadar birçok kavmin egemenliğine tanık olmuş, yataklık etmiş bir zaman şehri.
Mark Twain der ki, "Orada zaman; günler, aylar ve yıllarla ölçülemez. Yükselen ve yok olan medeniyetler ve liderlerle ölçülür."
Bizans döneminde Hıristiyanlığın merkezi olmuş, Hz. Ömer zamanında Bizanslılardan alınan Şam, yüz yıl kadar Emevilerin taht şehri olmuş. 1076'da Selçuklu atabeylerinden Atsız Bey tarafından Türk hâkimiyetine geçirilen şehir, arada Memlukluların egemenliğine geçmişse de Yavuz Sultan Selim'le birlikte (1516) tekrar Osmanlı idaresinde, Lozan Antlaşması'na kadar önemli bir eyalet merkezi olarak bizde kalmıştır.
Yavuz Sultan Selim, Şam'da aylarca kalıp yeni camiler, hanlar, hamamlar, çarşılar yaptırmış; sosyal ve içtimai hayatın akışının sağlanabilmesi için vakıf sistemini hayata geçirmiş. Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubi ve Muhiddin ibn Arabî gibi İslâm'a ve insanlığa hizmeti dokunmuşların türbelerini yaptırmış.
1762'de Şam'a gelen seyyah Guer, Osmanlı'nın vakıf sistemi ve idare anlayışıyla ilgili olarak hayretini gizleyemez.

"Türkler hayır yapmakta çok ileri giderler. Ağaçlar kurumasın diye ücretli adam tutup sulatacak kadar hayırseverlikte ileri giden Türklere bile tesadüf ettim. Şam'da hasta kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane yapacak kadar kaçıktır bu Türkler."

II. Abdülhamit Hanın sekiz yılda inşâ ettirdiği 1900 kilometre uzunluğundaki ünlü Hicaz Demiryolu'nun başlangıç noktası olan Şam İstasyonu'nda çaylarımızı içerken, Osmanlı padişahlarının kendilerini Mekke ve Medine'nin hâdimi (Hadimu'l-Harameyn) addettiklerini, zor zamanda bile, neredeyse hazinenin tamamına yakın bir bedele yaptırılan demiryolunun ehemmiyetini uzun uzun konuşup hayır dualar ettiğimizden, eminim ki bütün hizmetkârların ruhaniyeti haberdar olmuştur.
Tarihin başlangıcından bu yana sürekli çekim merkezi olan Şam birçok büyük imparatorluğun ve kabilenin kalesi olup, peygamberlerin, sahabilerin, âlimlerin uğradığı, sığındığı, vazifelendirildiği mübarek bir belde olmuş.
11. yüzyılda yaşamış Arap gezgini İbn Cübeyr'in Şam'ı kutsayan, yücelten sözlerinden, maddi güzelliklerin yanı sıra manevi güzelliklere de işaret eden anlamlar çıkarabiliriz: "Eğer cennet yeryüzünde ise, o hiç şüphesiz Şam'dır. Eğer gökyüzünde ise, Şam onun yeryüzündeki rakibidir."
Şam'da, Peygamber Efendimizin torunu, Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın kızları, İmam-ı Hasan ve Hüseyin'in kız kardeşleri Hz. Zeyneb'in mübarek kabrini ziyaret ederek geziye başlamamız benim için manidar bir tevafuktur.
Henüz altı yaşına giren ikizlerimden birinin adını doğrudan Hz. Zeynep'ten mülhem koymuş olmamızın, burada bana, çok farklı his ve duygular yaşatacağını bilmezdim. Şam'ın dar sokaklarından yürüyerek Şeyh-i Ekber Muhiddin ibn Arabî hazretlerinin kabrine giderken, mihmandarımızın sade, iki katlı, biraz da yaşlanmış bir evin önünde durup Ramazan el Buti'yi soran arkadaşımız, kimdi dedi. Kendisini Konya'da ağırlayıp tanıştığımızı söyleyince bu ev onundur deyip, ziyaret etmemizin uygun olabileceğini de hareketiyle salık verince kapıya yönelip avluya girdik. Lâkin nasip değilmiş, üstat Mısır'da imiş, döndüğünde biz zaman şehrinden ayrılmış olacağız. Bu mübarek şehre tekrar gelebilmek için sebepler o kadar çoğaldı ki. Dar sokaklardan yine yürümeye devam ederken bilgeliğin, ilmin, hikmetin kokusunun yaklaştığını hissettik ve bir anda İbn Arabî'nin kabrinin bulunduğu caminin önünde bulduk kendimizi. "Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır" deyince softa yobazlarca recm edilen Arabî ve çocuklarının mezarlarının bulunduğu mekânının yeşil renk ve ışığa hâkim ve oldukça sade olması, ziyaretçilerin üzerindeki etkiyi artırıyor. "Sin Şın'a girince sırrım ortaya çıkar" sözünün şifresinin çözümü elbette Yavuz Sultan Selim'i bekler.
Hazreti Ali'nin abisi Hazreti Cafer-i Tayyar'ın türbesine, Hazreti Bilâl-i Habeşi'nin mezarına selâm, o anda okunan ikindi ezanı ve sonunda rabbimize dua ve yakarış. Bağdat, Şam, Saraybosna, İstanbul, Kahire, Taşkent, Meşhed, Konya, Bursa hep aynı dille çağırır, aynı ilâhi sedayla yankılanır semaları beş vakit. Her daim ruhuna Fâtiha okunsun baş müezzin Bilâl'in.
Bir Sinan eseri olan Süleymaniye Camii, yıkılmaması için çelik konstrüksiyonla ayakta tutuluyor. Muhtemelen yanı başından geçen dereden dolayı bu hâle gelmiş olabilir. Caminin avlusunda Şam Askerî Müzesi ve doğusunda Osmanlı'nın son padişahı bîbaht Sultan Vahdeddin'in sade mezarı... Hanedanına ait yakınlarının mezarlarıyla birlikte burada mahzun olan Sultan Vahdeddin. Buruk bir veda son sultana.
Şam'a gidişte Cuma vaktini Emevi Camii'nde geçiremeyen grubumuz, yavan ziyaretine, caminin hemen dışında kalan büyük komutan Selahaddin Eyyubi'nin türbesiyle başladı. Kudüs fatihine, İstanbul fatihinin selâmını ileterek giriş yaptık türbeye.
1300 yaşına dayanmış Emevi Camii genç, dinamik görüntüsünün ardındaki olgunluğuyla dile gelse de kimler avlusundaki şadırvandan abdest aldı söylese. Hangi sahabiler, evliyalar, komutanlar Cuma Namazı kılıverdi, kıldırıverdi. Kimler minarelerinden ezan okuyuverdi.
Hazreti İsa'nın gelişini müjdeleyen Hazreti Zekeriya peygamberin oğlu Yahya peygamberin kabrini hangi erenler ziyaret ediverdi, söyleyiverse. Herhâlde Bediüzzaman Said Nursi'nin irâd ettiği "Hutbe-i Şamiye" adıyla bilinen hutbesini de zikrederdi.
Kasyun Dağı'nın eteğindeyiz. Gün batımında Şam-ı Şerif'i izlerken güneşin yerini karanlığa bıraktığı anda tüm şehristanın minareleri yeşil lâmbalarını yakıyor, âdeta camilerin üzerinden gökyüzüne şavkıyor, muhayyilemizde geçit yapıyor nurdan insanlar.
Gün ağardı, dönüş için hazırlık, otobüse biniş, yine olmayasıca sınır kapısına varış. Not defterimdeki konu başlıkları ve hatırlatıcı isimlere göz atıyorum: Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. Zeynep, Emevi Camii, Hz. İsa'nın konuştuğu dil Aramiceyi yaşatan köy, Nureddin-i Zengi'nin mezarı, Selahaddin-i Eyyubi Türbesi, Hz. Hüseyin, Hâlid bin Velid, Hicaz Demiryolu-Şam İstasyonu, Sultan Vahideddin, Yavuz Sultan Selim, Halep, Şam, Hama, su değirmenleri, Bursa Süleymaniye Külliyesi, Türk Hava Şehitleri, kapalı çarşılar, Halep Kalesi, kiliseler, medreseler, Bilâl-i Habeşi, Muhiddin ibn Arabî, Cafer-i Tayyar, Abdülhamit Han, Osmanlı, Selçuklu, bedava hastane, ucuz mazot, ucuz taksi, koşmayan insanlar, nargile, kara dut, dondurma, Zeynel Abidin, Halep kebabı, Ebu Hureyre, Refia Sultan, Bediüzzaman Said Nursi, Mevlânâ, Şems, Şam'ın şekeri.
Duyup da göremediğim, görüp de yazamadığım, gidip de yaşayamadığım daha ne değerler, ne yerler var; ama nasipse Şam'a da bir daha gitmek gerek.
Şam; tarihin önemli aktörlerine, İslâm tarihinin yıldızlarına ev sahipliği yapmaya, onları bağrında barındırdıkça insanlığın değer verdiği mübarek bir belde olmaya devam edecektir. Dünü olup bugünü de olan, geleceği de olacak şehirlerdendir. Şehir gibi şehir, tarihî bir başşehir.

 

MEDENİYETLERİN KAVŞAK NOKTASI KONYA'DA
TARİHİ SOLUMAK

Hakikat erleri, geçti dünyadan her biri
Konya'da; ol Mevlânâ Hüdavendigâr yatur (.)
Çoktur hakkın has kulları, fikr eyle bunları
Saysam erenleri görsen ne sultanlar yatur

Konya, yüzyıllardan beri adını koruyan bir şehir. Efsaneye göre Perseus, şehre musallat olan ejderi öldürdüğü için, şükran nişanesi olarak anısına dikilen taşın üzerine onun ikonu (tasviri) işlenmiş. Bu olay, şehrin adına kaynaklık etmiş: İkonyon, İkonyum.
Müslüman halk arasında ise başka bir efsane dolaşır. Horasan illerinden batıya doğru göklerde seyran ederek ilerleyen iki Allah dostu, Anadolu'nun ortasındaki bu topraklar üzerine geldiklerinde, biri öbürüne demiş ki: "Konayım mı?" Onun cevabı da: "Kon ya!" olmuş. Böylece konmuşlar ve Konya'yı kurmuşlar...
Arkeolojik kazılar Konya yöresinin Anadolu'nun en eski yerleşim merkezlerinden biri olduğunu gösteriyor. Çatalhöyük, Karahöyük, Çukurkent, Küçükköy kazılarında çıkarılan buluntular, neolitik döneme tarihlenmektedir ki bu, M.Ö. 7.000'lere dayanmakta olup bazı kaynaklar M.Ö. 9000'lere kadar götürüyor şehrin tarihini. Kalkolitik dönem, Tunç Çağı, Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Romalılar ve nihayet Bizans dönemleri, Konya tarihinin İslâm öncesine ait başlıca duraklarıdır. Şehrin İslâm ile ilk karşılaşması Hz. Muaviye döneminde olur. Müslüman Arapların gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde yaptıkları çeşitli akınlar sonuçsuz kalır. Konya'nın İslâm'la asıl buluşma ve kaynaşması, Malazgirt Zaferi'nden bir süre sonra, Kutalmışoğlu Süleyman döneminde başlar (1074). 1076'dan itibaren 12. yüzyılın başında ve sonunda yaşanan Haçlı saldırıları, şehri İslâm'dan koparmayı başaramaz.
Konya, Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkentidir. 1220-1221 yıllarında I. Alaaddin Keykubad, şehir surlarını onartır, kulelerle donatır. Ancak şehir Selçuklu, Karamanoğlu, Moğol, İlhanlı güçlerinin iktidar mücadelelerine de sahne olur, birkaç kez el değiştirir. 13. yüzyılın sonlarında Osmanoğulları Konya'yı ele geçirirler. Ancak 14. yüzyıl başında Timur'un müdahalesiyle şehir yeniden Karamanoğlu hâkimiyetine girer. Fatih Sultan Mehmed döneminde Konya bir daha ayrılmamak üzere Osmanlı topraklarına katılır (1466). Şehrin genel bir sayımı yapılır. Bu işlem II. Bayezid, Kanuni Sultan Süleyman ve III. Murad dönemlerinde yenilenir.
Osmanlı devlet düzeni içinde "Karaman ili" adıyla yer alan şehir, Kanuni döneminde "eyalet" statüsünü kazanır. Larende (Karaman), Seydişehri, Beyşehri, Niğde, Kayseri, Aksaray, Maraş, Elbistan, Bozok sancaklarından oluşan Karaman eyaletinin sınırları, Maraş'ın ayrı bir eyalet yapılması, Bozok'un başka bir eyalete bağlanmasıyla daralır.
17. yüzyıl Osmanlı devlet ve toprak düzenindeki sarsılmalar sonucunda ortaya çıkan Celâlî isyanlarından Konya da etkilenir. Tarihe Konya Meydan Muharebesi adıyla geçen çatışmada Osmanlı ordusu, Kavalalı İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusuna yenilir (20 Aralık 1832). Ancak Kütahya Antlaşması gereğince Mısır ordusu Konya'yı boşaltır.
1867'de kurulan Konya Vilâyeti'nin sınırları Niğde, Isparta, İçel ve Teke sancaklarını da kapsamaktadır. Aynı yıl, büyük bir yangın geçiren şehir, 1873'te de büyük bir kıtlık felâketi yaşar.
19. yüzyılda bakımsız bir şehir görünümünde olan Konya'nın surları yıkık döküktür. Sur içi camiler bile haraptır. Yeni evler kerpiçtendir, ömürleri 100-150 yılı geçmez. Ticari hayat durgundur. Ancak yüzyılın sonlarında, 1896'da, Eskişehir-Konya demiryolunun açılmasından sonra ticaret canlanır. 1902'den sonra makineli tarım gelişmeye başlar. Sultan II. Abdülhamid dönemi, tüm ülke için olduğu gibi Konya için de ulaşım, eğitim, restorasyon çalışmaları açısından verimli bir dönem olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı, tüm ülkede olduğu gibi Konya'da da insan gücünün azalmasına yol açmıştır. Mütareke döneminde Konya istasyonu İngiliz denetimine girmiş (Ocak 1919), 24 Nisan 1919'da şehri işgal eden İtalyan kuvvetleri, 20 Mart 1920'de ayrılmışlar. Millî Mücadele örgütlenmesine karşı, önce Bozkır'da (Eylül-Ekim 1919), sonra Konya'da (Mayıs-Ekim 1920) yaşanan dört ayaklanma girişimi olmuş; fakat bunlar Kuvay-ı Millîye'nin kararlılığı ve halkın desteğiyle bastırılmış, Babalık (bir ara Türksözü) ve Öğüd gazeteleri de millî mücadeleyi desteklemiş.
Cumhuriyet döneminde Konya, yüzölçümü bakımından ülkenin en büyük şehri oldu. 1989 yılında çıkarılan bir yasayla Ayrancı, Ermenek, Kazımkarabekir ilçelerini de içeren Karaman'ın Konya'dan ayrılmasına rağmen, şehir bu özelliğini korudu.
1875'te kurulan Konya Belediyesi 1984'te çıkarılan yasa gereğince büyükşehir statüsüne kavuştu. 1989'dan beri belediye hizmetleri  büyükşehire  bağlı Karatay, Meram, Selçuklu merkez ilçeleriyle birlikte yürütülmektedir.
Alaaddin Tepesi, altında 4000 yılın kalıntılarını saklayan bir höyük. Bir zamanlar yerleşim alanı olan ve bir iç kale ile çevrili bulunan bu tepe, bugün Konya'nın merkezi durumundadır. Ancak yerleşim alanı olarak değil, tarih, kültür ve tabiat zenginliklerinin korunduğu, halkın dinlenme ihtiyacının karşılandığı bir mekân olarak dikkati çekmektedir. Tepenin kuzeyinde Alaaddin Camii, yıllar süren onarım çabalarından sonra cemaatine kavuşmanın sevincini yaşamaktadır. Yıkılmaya yüz tutmuşken Sultan II. Abdülhamid'in fermanı ile Konya valisi Saruri Paşa tarafından 1307 (1889-1890) yılında tamir ve ihya edilen cami, 1914-1918, 1920-1923 ve 1940-1945 yıllarında savaş nedeniyle askerî işlere tahsis edilerek kapatılmış, 1958'den itibaren de duvarlarında tehlikeli çatlakların belirmesi üzerine tekrar kapatılarak tamirine başlanmıştı. Cami 1996 yılında yeniden ibadete açıldı. Alaaddin Keykubad başta olmak üzere sekiz Selçuklu sultanının sandukalarını barındıran türbe de camiin avlusundadır.
Dünün Konya'sını bugün anlayabilmenin bir yolu da Alaaddin Tepesi'nin yakın civarına bir gezi yapmaktır. Tepenin doğusunda, Şehitler Abidesi'nin yanında durursanız, karşınızda uzanan çift yönlü caddenin bitim noktasında yeşil kubbesiyle göz alan Mevlânâ Dergâhı'nı göreceksiniz. 1926'dan beri müze olarak kullanılan dergâhın sağında Osmanlı padişahlarından II. Selim tarafından yaptırılmış Sultan Selim Camii'nin minarelerini de görebilirsiniz. Caddenin sağında Selçuklu eseri İplikçi Camii'nin son yıllarda yapılmış minaresiyle, solunda Osmanlı döneminde yenilenmiş Şerafeddin Camii'nin minaresi de görüş alanınıza girecektir.
Eskiden belediye hizmet binası olarak kullanılan, şimdi bir banka ile bir özel dershanenin bulunduğu yapının yüksekliğinin, caddenin genel görünüşünü bozduğunu belirtmeden edemeyeceğim.
Alaaddin Tepesi çevresinde trafik tek yönlüdür ve Kâbe'yi tavafta yahut Mevlevî semâında olduğu gibi sağdan sola doğru, yani saat ibresine ters yöndedir. Araç trafiğinin yoğun olduğu Alaaddin çevresinde 1992 Eylül'ünden beri elektrikli tramvay da dönmekte.
Çeşitli kurumların servis araçları, dolmuş olarak kullanılan minibüsler ve özel otomobiller, Konyalıları evlerine, işyerlerine, okullarına götürüp getirirken Alaaddin çevresindeki dönüşe katılırlar. Yüzlerce motosiklet, binlerce bisiklet de şehir trafiğinde dolaşımda.
Alaaddin Tepesi'nden kubbe-i hadra ile göz temasını kesip kuzeyinize döndüğünüzde, işte hemen elinizi uzatsanız yetişeceğiniz Karatay Medresesi. Şimdi Çini Eserleri Müzesi'dir. Yanındaki Atatürk Lisesi, şimdi Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü hizmetinde bulunan eski öğretmen okulu binasına bakar.
Alaaddin çevresinde sola doğru ilerlerseniz Adliye Sarayı ile karşılaşırsınız. Onun ardında restorasyonu yeni bitmiş bir Konya evi; önündeki küçücük havuzu, körelmiş kuyusu ile yazarlarımızın kullandığı bir kültür merkezi olarak şenleniyor.
Bu iki katlı yapının arkasında, belediyenin el işleri öğretim mektebi olarak hizmet veren sevimli bir yapı görülür. Onun solunda bir şadırvan, biraz aşağısında Başara Bey Mescidi bulunur.
Biraz uzaklaştığımız Alaaddin Tepesi'ne doğru döndüğümüzde çimenler ortasında kapalı bir yapıyla karşılaşılır; Sakahâne Mescidi. Vakıflar Müdürlüğüne bağlı bu yapının kapalı ve boş durmasını anlamakta güçlük çekersiniz. Selçuklu döneminden kalma bir türbe de aynı durumda. Alaaddin Tepesi'nin çevresinde yolunuza devam edin, sizi İnce Minareli Medrese bütün zarifliğiyle bekliyor olacak. Bir zamanlar daru'l-hadis olan bu yapı, şimdi Taş ve Ahşap Eserler Müzesi'dir. Kapısındaki olağanüstü taş işlemeciliği gerçekten hayranlık vericidir. Karşısındaki banklara oturup bu güzelliği doyasıya izledikten sonra yolunuza devam edin. Zafer Durağı'nda sizi belediyenin yaptırdığı Camlıköşk karşılayacaktır; oturup çay, kahve içebilirsiniz. Kitapçı, kuruyemişçi, giyim eşyaları, dayanıklı tüketim malları satan mağazalar önünden geçip giderken Alaaddin Tepesi'ne kurulmuş Orduevi'nin karşısına denk gelen kısa sokağın sonundaki Fransız Katolik Kilisesi'ni fark edersiniz. Turistlerden başka ziyaretçisi yoktur; ama Rahibe İsabella, tapınağını beklemekte, haftada iki gün kiliseyi belli saatlerde açmaktadır. Aya Eleni Kilisesi'ni ya da Akmanastır'ı görmek içinse Sille'ye gitmelisiniz. 40-50 metre daha yürürseniz, Alaaddin çevresindeki 360 derecelik dönüşünüz tamamlanacaktır.
Bu yolculuğunuz sırasında duvarlarda, camekânlarda, belediye otobüslerinin camlarında çeşitli duyurularla karışılacaksınız. Anne ve çocuk sağlığı eğitimi için düzenlenen seminerlerden tutun da el sanatları kurslarına; ud, saz, gitar, solfej derslerinden Arapça öğretimine; bir pop müziği konserinden ilâhi, tasavvuf müziği programına; bilimsel bir panelden şiir dinletisine kadar değişen yüzlerce etkinlik karşısında seçim yapmanın zorluğunu yaşarsınız. Başta Yazarlar Birliği olmak üzere çeşitli dernek ve vakıfların düzenledikleri bu etkinlikler ya kendi binalarında ya da Devlet Tiyatrosu salonu, Alaaddin Keykubad Salonu, Mevlânâ Kültür Merkezi, Konevî Kültür Merkezi'nde gerçekleştiriliyor.
Konyalılar, Selçuklu ve Osmanlı'da, toplum dinamizmine, yaşamına katalizör etkisi yapan vakıf anlayışını günümüzde de devam ettiriyor. Hemen hemen her alanda bu gayeye matuf, kendi sorunlarının çözümü için sivil örgütler oluşturmuşlar. Dernek ve özellikle vakıf statüsünde çalışan bu örgütlerin ilgi alanları oldukça geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Fakir Gençleri Evlendirme ve Mehir Vakfı çok önemli bir göreve talip oluyor. Çeşitli ilim, araştırma ve eğitim vakıfları her yıl yüzlerce çocuğun sünnet edilmesini sağlıyor. Aynı vakıflar Kur'an-ı Kerim, Arapça, tefsir, hadis, fıkıh, yabancı dil alanlarında kurslar açıyor. Halkın ve gençlerin maddi ve manevi eğitimlerine katkıda bulunuyorlar. Yoksul öğrencilere yurt ve burs sağlıyorlar. Hayvanları koruma derneği de diğer illere model oluyor.
Bütün bu vakıflar, belediyelerle dayanışma ve işbirliği içinde hizmetlerini yürütüyor. Su Vakfı ve Mezarlıklar Vakfı'nın hizmetleri; yaşarken de, ölümden sonra da insanlara faydalı olmayı, hizmet etmeyi gaye edinen bir zihniyetin eseridir.
Gerek Konya belediyeleri, gerekse sivil toplum örgütleri; ister yurt içinde olsun, ister yurt dışında, felâkete uğrayan yörelere ve insanlara başta gıda, giyecek ve ilâç olmak üzere her türlü maddi ve manevi yardımı toplayıp ulaştırmada göz yaşartıcı bir hassasiyet ve gayret gösteriyorlar, göstermeye de devam edecekleri besbelli.
17 Ağustos depremi ve Düzce başta olmak üzere Erzincan, Senirkent ve Dinar âfetlerine de; Bosna-Hersek, Azerbaycan, Kuzey Irak, Kırım, Çeçenistan mazlum ve mücahitlerine de; Afganistan, Endonezya, Pakistan depremlerinde de Konya'dan ulaştırılan bu yardımlar, İslâmi ahlâk ve duyarlılığın ve dolayısıyla kardeşliğin sevindirici yansımalarıdır.
Alaaddin Tepesi ile Mevlânâ Türbesi'ni birleştiren yolun sağ yanında, orta noktada Kayalı Park'tayız. Selçuklu yapısı İplikçi Camii, Osmanlı yapısı Şerafeddin Camii, hemen ardında Mahkeme Hamamı, solunda şimdi özel idare binası olarak kullanılan Sanayi Mektebi (eski Karatay Lisesi), güneyde PTT işleri binası, doğuda vilâyet binası dimdik ayakta. Fakat Alevi Sultan Mescidi ve türbesi yok edilmiş. İbrahim Hakkı Konyalı'nın yazdığına göre, "İstiklâl savaşından sonra bir kadir bilmez tarafından karşısındaki Şerafeddin Türbesi yıktırılırken, 1924 yılında bu kıymetli mimari manzume yol genişletme bahanesiyle Konya belediyesi tarafından yok edilmiş ve cenazelik kısmı olduğu gibi toprak altında kalmıştır." (Konya Tarihi, s. 318)
Kayalı Park'tan, güneye doğru ilerleyip Kapı Camii'ne ulaşıyoruz. Eski Konya müftüsü, muhterem vaiz Tahir Büyükkörükçü'nün sesi, çevredeki esnafın kulaklarında hâlâ çınlıyor olmalı. Manifatura, konfeksiyon, deri, zücaciye esnafının dükkânları arasından geçip Aziziye Camii'ne ulaşıyoruz. Şehrin unutulmaz simalarından merhum Hacıveyiszâde Mustafa Kurucu Efendiyi anıyoruz. Konyalı, şimdi onun adına yaptırdığı, şehrin en büyük camiini belediye binasının karşısına, çok katlı yapılarıyla modernleşmeyi hızlandıran Nalçacı Caddesi'nin girişine inşâ etmiş durumda. Aziziye Camii'nin güneyinde Ahmet Efendi Hamamı'nı, çarşısını, baharatçılarını görebilirsiniz.
Belediyenin yaptırdığı, şehrin hemen hemen tüm mahallelerine yayılmış 800 tane tatlı su çeşmesinden biri de burada karşınıza çıkıyor. Bu park için özel olarak yapıldığı belli. Şehir içinde üç ayrı su şebekesinin bulunduğu tek belde belki de Konya'dır.
Mevlânâ Çarşısı'nı geçip Sultan Selim Camii'ne, Yusuf Ağa Kitaplığı'na doğru mu ilerlemek istersiniz, yoksa güneye yönelip eski Kadınlar Pazarı'nın yerine inşâ edilmiş Melike Hatun Çarşısı'na mı uğrarsınız? Hazır buraya gelmişken Pîrî Mehmed Paşa Camii'ne de varabilirsiniz. Eski garaja, bedestene, demirciler içine, dülgerler sokağına doğru uzanan bu bölge, şehrin en eski alışveriş merkezlerini barındırıyor.
Şehrin daha güzel, daha rahat ve huzurlu bir alan olarak yapılanmasında ve işlemesinde psikolojik etkenler kadar, belki bunlardan da önce ekonomik etkenlerin rol oynadığını da hesaba katmalıyız. Meselâ Konya örneğinde, özellikle Selçuklu hatırası pek çok mescit ve türbenin sokak aralarında evlerle (küçük apartmanlarla) kuşatıldığını, âdeta boğulmak üzere olduğunu görebilirsiniz. Bu tuhaflığı gidermek için, bilinçten çok, para gerekli galiba.
2002 yılında tamamlanmış bir araştırmaya göre Türkiye'de şehirlerde yaşayanların %92'si bahçeli evlerde yaşamak istediklerini belirtmiş. Bu isteğin gerçekleşmesi için ekonomik güç gerekmekte. Oysa diğer şehirlerimizde olduğu gibi Konya'da da kooperatiflerin büyük çoğunluğu çok katlı apartman biçiminde toplu konut yapımına yönelmiş durumda. Belediyelerin toplu konutlara sağladığı altyapı hizmetleri, ucuz fiyatlarla arsa temin etmeleri olumlu bir durum gibi görülebilir; ama halkımızın bahçeli ev özleminin ertelendiğini de gösterir.
Modern yapılaşmanın yoğun olduğu Selçuklu bölgesinde Nene Hatun Parkı gibi yeşil alanların hizmete sunulmuş olması, Selahaddin Eyyubi Parkı gibi 85.000 m2'lik bir alanı kapsayan projenin bitirilmesi, Kozağaç'a 100.000 m2'lik park yapılması, insanın yeşille ve toprakla ilişkisini sağlama yolunda doyurucu bir çözüm müdür, geçici bir teselli midir? Bunu zaman gösterecek.
Konya, bahçeli ev imkânı sunma açısından, coğrafi özelliklerinin de uygunluğu sebebiyle daha avantajlı bir durumda. Özellikle Karatay ve Meram ilçelerinin şehir merkezi dışındaki bölümlerinde; doğu, güney ve batı istikametlerinde tek katlı, iki katlı, bazen üç katlı ve bir aileye hizmet veren yapılar bulunuyor.
Yeşilin yoğun olduğu bir mekân istiyorsanız Meram'a çıkmalısınız. Meram deresi vadisinden esen gedâvet rüzgârıyla serinlerken ağaçlar altında piknik yapabilirsiniz. İsterseniz lokanta, çayevi gibi işletmelerden de yararlanabilirsiniz.
Çamlar arasından geçip Tavus Baba Mescidi ve türbesini selâmlayabilirsiniz. Bakımlı ve kıvrımlı yollar tepelere doğru yükselirken tabiata uygun malzemelerle düzenlenmiş, karnınızı doyurup dinlenebileceğiniz, çocuklarınızın eğlenme imkânı bulabileceği tesislere ulaştırır sizi. Halkın yoğun ilgi gösterdiği bu mekânları kalabalık bulursanız, Dere'ye ya da Akyokuş'a çıkabilirsiniz.
Her gün biraz daha büyüyen, gelişen ve genişleyen Konya'da, hemen her bölgede minarelerin şehadet parmakları gibi göğe uzandığını görürsünüz. Soluduğunuz havada, Mevlânâ'dan, Şems-i Tebrizî'den, Yunus Emre'den, Sadreddin Konevî'den, Ahmet Fakih'ten seslerin, renklerin, çizgilerin, kokuların dolaştığını hissedersiniz.
İnsanların daha çok kazanmaya, daha çok tüketmeye şartlandırıldığı bir dünyada sevginin, hoşgörünün, barışın ve adaletin sağlanmasının ne kadar güç olduğunu düşünür, "Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir" diyen Peygamber'i, "Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün" diyen Mevlânâ'yı,

Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz

diyen Yunus Emre'yi hatırlarsınız.
Bu ilkelerin ve bunlara uygun tutumların sadece Konya'yı değil, tüm dünyayı aydınlatacak, esenliğe çıkaracak ilkeler ve tutumlar olduğunu derinden kavrarsınız. Bu kavrayış size asıl dönüşümün öncelikle zihinlerde ve gönüllerde oluşup kökleşmesi gerektiğini kuvvetle hissettirir.

 

BOSNASARAY VE ALİYA

Teferrüç eyleyü vardım, sabahın sinleri gördüm
Karışmış kara toprağa, şu nazik tenleri gördüm (.)
Yıkılmış sinleri dolmuş, evleri belirsiz olmuş
Kamu endişeden kalmış, ne düşvar hâlleri gördüm
Yunus Emre

       Saraybosna'ya ziyaretimizin, Ahmet Hâşim'in, "Biraz başka bir hava almaya ve dinlenmeye ihtiyacım olduğunu zannettiğim için yaptım." diyerek 1928 yılının eylülünde vapurla çıktığı Avrupa seyahatine benzemediğini, görülecek yerleri herkesçe bilinen; mağazaları, kafeleri, restoranları gezginlerce ezberlenen, orijinalitesini yitirmiş, gizemi kalmamış, bütün kaldırımları çiğnenmiş, öz suyunu kaybetmiş, pörsümüş Avrupa'nın bildik şehirlerine veya Amerika'nın genç sentetik kentlerine gitmeye hiç mi hiç benzemediğini baştan belirteyim.
Küllerinden dirilen, uyanışın, kendini yeniden buluşun, varoluşun mücadelesini veren kahraman Boşnaklara vuslatımız savaşın bitmesinden ancak sekiz yıl sonraya nasip olunca, geç kalmışlığımızın mahçubiyetini hafifletmeye yönelik kendi kendimize teselli vermeye çalışsak da duygularımız, davranışlarımız ve yüz ifademiz bu hâli gizleyemiyordu.
Bosna-Hersek'in kalbi Saraybosna'ya günde iki binden fazla bomba, üç yüz binden fazla top mermisi ve kurşunun indiği ve üç buçuk yıl süren, sürdürülen bir savaş. On binlerce şehit. Otoparklar ve stadyum şehitlik oluyor. Hemen her yerde kara toprağa karışmış nazik bedenler, tenler var. Mezar şehir olmuş Saraybosna. Korumasız, habersiz ve masum Boşnaklara pazar yerinde, ekmek kuyruğunda, çarşı meydanında yaşlı çocuk demeden, kadın kız gözetmeden ölüm mermileri ve bombaları yağdırılıyor. Savaş öncesi aynı mahallede, anı sokakta Boşnaklarla birlikte yaşayan Sırpları ve Hırvatları acaba hangi neden bu kadar canileştirebiliyor? Kundaktaki bebekleri kurşuna dizip hamile kadınların karnını deşip, kızlarına tecavüz eden zalim, hayasız Çetniklerin (Sırp) unuttuğu, hatırlayamadığı ya da düşünemediği ise Boşnakların imanıydı. Boşnakların aslına dönüşlerinin bedeli ağır oldu. İki yüz bin şehit. Savaş ve şehitler Bosna'nın imanını kuvvetlendirdi.
Saraybosna (Sarajevo) ziyaretimiz şehitlikten başladı ilk günün sabahında. İnce, küçük, estetik mezar taşlarında hemen dikkatimizi çeken, genç körpe şehitlerin çokluğu. Yıllar önce dedeleri Balkanlardan Türkiye'ye gelen ve yıllar sonra Bosna cihadı esnasında AFA ajansını kurup sağlıklı ve sağduyulu haberleri önce ülkemize, sonra tüm dünyaya duyuran cefakâr torun Ahmet Kot ağabeyin bir çocuk mezarının başında hüzünle dua edişini görünce yanına yaklaştım. Bana doğru dönünce kendisine, Peygamberimizin kayınpederi, dört büyük halifenin ilki, Hazreti Ebu Bekir Sıddıyk'ın, "Savaşırken kadın, çocuk ve ihtiyarları sakın öldürmeyiniz. Sakın ağaç kesmeyiniz ve mamur bir yeri tahrip etmeyiniz." sözünü hatırlatınca, "İşte insanlık bu!" dedi. Gezi boyunca Sırpların, Hırvatların, Bosna'da yakıp yıktıkları camileri, köprüleri, kütüphaneleri, binaları, yolları, ağaçları gördükçe, Ebu Bekir'in sözünü hatırlatırcasına gözlerimin içine bakarak başını sağa sola uzun uzun sallarken kimbilir zihninden neler geçiyordu.
Savaşın bitiminde can çekişir vaziyette olan bu Osmanlı şehri, yeniden hayat bulmaya çalışıyor. Yeni camiler, okullar yapılıyor; yerel, millî ve milletlerarası destekler de yok değil. Ağırlığı Müslüman ülkelerden olmak üzere bir hareketlilik var Saraybosna'da ve tüm Bosna'da.
Evlerinin balkonlarını mevsimlik saksılı çiçeklerle rengârenk süslemişler; ama duvarlarındaki bomba ve mermi izlerini, tahribatını öylece bırakmışlar. Boşnaklar bu acıyı kolay unutmak istemiyorlar ve dünyanın da unutmasını istemeyip nazikçe mesaj veriyorlar.
İgman Dağı'nın eteğinde, şehri biraz yukarıdan gören, boydan boya kuşatan yolda, yavaş denilecek bir hızla hareket eden aracımızdan seyrederken bu sevilesi şehrin Kütahya'ya benzediğini dillendiren sadece ben değilim. Bursa'ya benzediğini ifade edenler de vardı. Bu seyir esnasında gönlüm yüzümün hiç İgman Dağı'na doğru yönelmesini istemiyordu. Otelden sabah hareket ederken kısa bir süre baktım İgman'a, içimi bir kasvet kapladı, hiç sevimli gelmedi bana o dağ. Şehri aylarca muhasara altında tutup gördükleri her canlıya ateş eden Çetniklerin karargâhlarının orada olması ve Bosnalıların dünya ile bağlantılarının kesilmesinde, hâkim oldukları İgman Dağı'nın fonksiyonu büyüktü. Sanki dağın arkasında tetikte bekliyorlar gibi bir his kaplamıştı içimi. Nedense Sarajevo Kış Olimpiyatları'nın yapıldığı dağlar olarak ilk anda aklıma düşüvermedi.
Boşnakların; "En iyi Müslüman ölü Müslümandır" mitingleriyle (1389'un 600. yıldönümü) savaş çığlıkları atan, hızla silâhlanıp sahte mazeretler üreten kapı / karşı komşuları Sırplara safça inanmaları, silâhlanmalarına kafa yormamaları ve neticesinde savaşa silâhsız, korumasız ve hazırlıksız yakalanmaları da gafilliklerinden olsa gerek. Boşnakların, gözlerinin önündeki bu art niyetli insanları görememeleri, burunlarının koku almaması, dağlı terörist Çetniklerin işini kolaylaştırmıştı; ama sonuç plânladıkları gibi bitmedi. Lâmiyatü'l-Acem'de: "Senin düşmanlarının en korkuncu, kendilerine güven beslediğin kimselerdir." diye ibretlik bir söz vardır; ama ibret alabilenedir bu hikmetli sözler.
Peygamberimizin damadı, dört büyük halifenin sonuncusu Hazreti Ali'nin de hin ve kindar olanlar için: "Düşmanların en büyüğü, düşmanlığını gizleyendir. Açık yürekli konuşan düşman, içten pazarlıklı dosttan iyidir." mealinde bir sözü vardır. Bu sözler her milletin kulağına küpe olsun; ama en çok da tarih boyunca güvenerek yaşamayı ve yumuşak huylu olmayı benimseyen Boşnakların zihinlerinde yer etsin.

 

HAYAT TÜNELİ

Şehitlikten Ilıca Mahallesindeki direnişin simgesi olmuş tünele doğru hareketimizde arada bir yerde Suudilerin yeni inşa ettiği cami ve küçük külliyesi farklı mimarisi ve zarifliğiyle dikkatimizi çekiyor. Türkiye dahil birçok ülkenin Müslümanlarınca benzeri çalışmalarından bahsediyor genç mihmandarımız. Ama yıkılıp yok edilenlerin sayısına ulaşması için daha çok caminin yapılmasının gerekliliğini de belirtmeden geçemedi. Savaşın devam ettiği zamanlarda bir grup aydınla Balkanlara giden Füruzan'ın Balkan Yolcusu eserinde dikkatimi çeken Voltaire'in sözü orada aklıma denk düştü. Otobüste yakın çevremdeki birkaç arkadaşa naklettim: "Hiçbir Hıristiyan devleti, kendi topraklarında Türklerin bir camisinin bulunmasına müsaade etmez. Oysa Türkler bütün Rumların kiliseleri olmasını hoş görürler." Öyle ya, İslâm'la şerefleneli bin yıl olan Anadolu'nun her köşesinde kiliseye rastlamak mümkün iken Osmanlı'dan ayrılalı henüz yüz yıl olan Balkanlarda yüzlerce cami, binlerce mescit yer ile yeksan olmuş durumda. Endülüs'te yapılanlar da ortada.
Ilıca'da iki katlı mütevazı bir evin önünde otobüslerimiz durdu ve indik. Müzeye dönüştürülen evin alt katının bir odasında bulunan video-televizyonda savaş dönemine ait görüntülerde gözümüz, bahçeye kazılan tünelin savaştaki önemini heyecanla anlatan Bosna'nın damadı Hakan Albayrak'ta kulağımız.
Saraybosna'nın dış dünya ile bağlantısını kesen Sırpların zafer şarkıları söyledikleri zamanda, Birleşmiş Milletlerin kontrolündeki havaalanına gelen kısıtlı insani amaçlı temel gıda yardımlarının bile yerine ulaşmaması için alana sürekli ateş etmelerine uygar (!) dünyanın kulaklarını tıkayıp gözlerini yumduğu bir anda sekiz yüz metre uzunluğunda, bir metre altmış santimetre yüksekliğinde ve bir metre genişliğinde açılan tünel ile zorluklarla gelen yardımların şehre taşınıp savaşın seyrinin değişmesine vesile olan hayat tünelinin girişinin bulunduğu bahçenin ve evin sahibesi yetmiş bir yaşındaki Kalar Şidar adlı kadının "Kurtuluş Savaşındaki Türk kadınının mücadelesini biz de burada verdik." demesi Türkiye'den gelen heyetin mensuplarına duygulu anlar yaşattı.
Sırplar savaşı kazandık diye bayram ederken, Boşnaklar dört ay dört günde tüneli kazarak havaalanının altından şehir merkezine yardımları ulaştırarak bir mucizeyi gerçekleştirdiler. Hayat tüneli kuşatmanın kırılması ve savaşın kazanılmasında dönüm noktası olur. Müslüman dünyasından gelen yardımlarla ayağa kalkıp savaşa yeniden başlayan Boşnakların hızını, BM ile güçlü devletler keser; adını da "Dayton Antlaşması" koyarlar.
Aşila Ana (Boşnakların ifadesi) evini ve bahçesini tünel ve diğer hizmetler için vermiş; ama tünel açılışında da, sonraları da sabah akşam orada her türlü hizmete koşmuş, çalışana ve savaşana su vermiş, gazilerin yaralarının sarılmasına yardımcı olmuş. Rahmetli kocasından kalan bu evin böyle bir hizmete vesile olmasından çok mutlu olan Boşnak Nene Hatun: "Çok şükür Allah'a bana bu günleri de gösterdi, evimi vermemi de nasip etti" diye dua ediyor ve karşıdaki barakayı göstererek "Burası bana yetiyor" diyerek memnuniyetini belirtip ziyaretçilere tek tek yaşadıklarını, gördüklerini heyecanla anlatıyor.
Başçarşı girişindeki meydanda abide çeşmenin etrafını mekân seçmiş güvercinleri rahatsız etmeden fotoğraflar çekildi, görüntüler alındı ve heyetteki politikacılar ayrı grup olarak diğer kültür ve sanat adamları da üçerli beşerli gruplar oluşturup derinden gelen mehter marşlarına tempo tutarak çarşıya ve dolayısıyla tarihin içine girdiler. Ben ise bu serbest gezi için Saraybosna'da öğrenci Konyalı bir hemşerimle geçmişin yolculuğuna çıkmayı tercih ettim.
Malazgirt'le birlikte yönü Avrupa'ya dönmüş olan Türk akıncıları akın etmeye başladıkları Bosna'ya 1380'li yıllarda hâkim olmuş ise de, son kral Tomaseviç'in Osmanlı'ya haraç ödemeyi reddettiğinde Fatih Sultan Mehmed idaresindeki ordunun hâkim oluşuyla kesin hâkimiyet gerçekleşir (1463). Ancak ordu çekilince Macarlar boş durmaz, saldırırlar Bosna'ya. Tarih öyle yazar; Macar yerinde duramaz ve Mohaç Zaferi kaçınılmaz olur. Bosna'nın sancak merkezi Saraybosna'nın Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey vefat edene kadar (1541) Osmanlı şehri hüviyetine bürünmesini sağlayan sosyal tesisleri ve külliyeyi inşa ettirip, vakıflar kurdurur; halkın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik imar faaliyetlerine ağırlık verir.
Avrupa'nın orta yerindeki Bosna-Hersek'te İslâmiyet'in hızlı yayılması bugün bile tartışılıyor. Öyle ya, Akdeniz'i, Adriyatik Denizi'ni bir iç denize dönüştüren; Kosova'dan, Mohaç'tan, Sırp Sındığı'ndan zaferle dönen, Viyana kapılarına dayanan Osmanlı ordusunun hinterlandını genişletmesine rağmen hiçbir yerde Bosna gibi kitlesel Müslümanlığa geçiş olup günümüze kadar ulaşmamış. Reco Çavuşeviç, Bosna-Müslümanlara Son Uyarı, adlı eserinde Boşnakların topluca İslâm'a geçtiklerini, binlerce Bogomil'in bir gecede İslâm'ı seçtiklerini kaydetmiş. Heretik kilise yanlısı Bogomiller, Katolik kilisesinin baskılarının ve ahlâki esaslardaki yaşayış benzerliğinin de bu geçişte önemli etken olduğunu belirten tarihçiler de yok değil.
Bosna'da sosyal ve politik kaosun yaşandığı bir dönemde "gönül akıncılarının" ordudan önce gidip manevi fetihler yaptığını da unutmamak gerekir. Manisa dolaylarından kalkıp giden Bektaşi şeyhi Ayvaz Dedenin gönülleri fethetmesi sonucu binlerce Bogomil'in (Boşnak) İslâm'a yönelmesinin temsilî törenlerinin ciddi bir ritüel olarak hâlen kutlandığını görmemiz muhabbetimizi bir kat daha artırdı.
Yağmurlu bir günde Bosna'nın dört bir yanında medrese ve dinî tedrisat yapan okullardan gelen öğrencilerle birlikte uzunca süren bir tırmanışla "Ayvatovista" şenliklerinin yapılacağı yere ulaştık. Yüksek rakımlı tepenin üzerinde büyükçe bir düzlük, yerler ayrık çayır, sıra sıra çam ağaçları, çepecevre sisli, dumanlı dağlar ve yağmur. Üzerimize inen rahmete mukabele, Itrî'nin bestelediği makamda Tekbir. On binlerce Boşnakla birlikte. Allahu ekber Allahu ekber, lâ ilâhe illallahu Allahu ekber, Allahu ekber ve lillâhilhamd.
Anlatılana göre susuz kalan Bogomillerin Ayvaz Dededen su için yardım talep etmeleri neticesinde şeyhin kırk gün Cenâb-ı Mevlâ'ya yakarışı, gözyaşı döküşü, duası, kırkıncı günde kayanın yarılıp içinden suyun fışkırması... Kutlamalar bu büyük kayanın yanındaki geniş düzlükte yapılıyor. Kur'an okunuyor, birlik beraberlik konuşmaları yapılıyor. İki rekat namaz sonunda dua ve merasimle çıkıldığı gibi tekbirlerle iniliyor, sancağı taşıyan sancaktar önde, birlikte geldiği ekip takipte, ilk toplanılan mekâna ulaşılıyor; sevgi, kaynaşma, kavuşma ve sonraki yılda buluşmak üzere vedalaşma. Haydi, Allah'a emanet.
İslâm kültürü Bosna'da şehir plânlamasında ve mimarlıkta belirgin bir özellik olarak dikkatimizi çekti. Klâsik Osmanlı şehircilik anlayışına uygun olarak birçok şehrin, çarşı ve mahallelere bölünmüş şekilde plânlanıp geliştirildiğini; ayakta kalabilen sokak, çarşı ve diğer eserlerden anlayabiliyoruz. Saraybosna'da Gazi Hüsrev Bey Camii, hamamı, medresesi, kütüphanesi, Ali Paşa Camii, Banaluka'da Ferhat Paşa Camii, Brusa Bedesteni İslâm kültürünü ve şehir mimarisini en güzel yansıtan eserler.
Boşnak halkının bize sıcak ve samimi geldiğini hemen hissettiğimizi belirtmeliyim. Bunda Boşnakçanın dilimize yakınlığının da katkısı aşikâr; çünkü Türkçe, Arapça, Farsça birçok kelime ve deyim bulunuyor. Başçarşı'da "Selâm Aleyküm" diyerek girdiğiniz her dükkânda anlaşabilme ihtimalinizin yüksek olduğunu söyleyebilirim.

Bölüm 1'i okumak için tıklayınız >>>

Bölüm 2'yi okumak için tıklayınız >>>

Bölüm 3'ü okumak için tıklayınız >>>

 
 
     
         
+20
+21°
+11°
Konya
Salı, 22
Çarşamba   +26° +10°
Perşembe   +25° +
Cuma   +24° +10°
Cumartesi   +24° +12°
Pazar   +26° +14°
Pazartesi   +23° +11°
altın fiyatları
Sözlük
Türkçe-İngilizce
 
www.altinekindernegi.org | © Copyright 2005 - | Designed by Adem ATÇEKEN