-->-->
 
 

 

 
    Kendini koruyan Şehir - 3. Bölüm
 

Ahmet Köseoğlu

FIKRA GİBİ AKŞEHİR GEZİSİ

"Yazılacak Çok Şeyimiz Var" başlıklı gezilerimizin altıncısını medeniyetlere beşiklik etmiş Akşehir'e yaptık. Akşehir'e, hem tarihi kucağında emzirmesinin tezahürü, hem de gezilerimizin adı gereği, yazılacak ve görülecek çok şeyin beklentisi ile gitmiştik. Ama şehir kendini sakladı bizden. Konyalı seyyah-yazarlardan şehrin kendini gizlemesi, Türkiye Yazarlar Birliğinin önünde bizi götürmek için bekleyen Akşehir Belediyesinin en modelli -1987 model- halk otobüsüyle buluşmamızla bir anlamda başlamıştı. Koltuk sayısı az, boş alanı fazla olan otobüse plâstik sandalye takviyesiyle yola revan olduk.
Hoca Nasreddin şehrin görülmeye değer her yerinde kendini hissettiriyordu. Mihmandarımızla yapılan gezi plânındaki her değişikliğin, her sürprizin müsebbibi de olsa olsa Nasreddin Hocaydı.
Akşehir'i görüp inceleme gezisini yılın başında programlayıp haftalar önce yetkililere bildirmemize rağmen, her tarihî eserin kapısının kilitli olmasının esprisini, dönüşte Hoca Nasreddin'e yaklaştığımda, "Bir daha gezilere çilingirle gel e mi" diye fısıldamasıyla anladım ki anahtarlar da kendisinde.
Taş Medrese'ye vardık, kilitli. Yandaki avlulu mezar taşlarıyla dolu müzede, dolaylı anlatımla dinledik özelliklerini tarihî taş medresenin. Burada Akşehir hatırası olsun diye bir Mevlevî mezar taşının boynuna kolumu dolayarak resim çektirmemim kısa gün kârı olduğunu düşünüp işin ciddiyetini bir tarafa atmanın, hocanın fıkraları gibi gezi yapmanın dayanılmazlığına (zorunlu) kendimi bıraktım.
Sanat tarihi uzmanı hocamızın (kendisi Konya'dan bizimle gelmiştir) uyarısıyla Hıdırlık'tan önce, "Batı Cephesi Karargâhı Müzesi"ne gittik ve bir de ne görelim, müze kilitli değil.
Burası da kilitli olsa idi Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş dönemini en iyi anlatan sarıklı, sakallı, aynı zamanda takım elbiseli ve kravatlı Akşehir Bank'ın kurucusu Hacı Bekir Sümer Efendinin fotoğrafını (elle renklendirilmiş) göremeyecektim.
Tarihî Akşehir evlerinin -ki birçoğu metruk, Beypazarı evleri gibi restore ettirilmeli- bulunduğu mahalleyi, Ayasofya Mescidi'ni, Güdük Minare Mescidi'ni, Ferruhşah Mescidi'ni, Hasan Paşa (İmaret) Camii'ni, Seydi Mahmut Hayrani Türbesi'ni de uzaktan nazar edip Hıdırlık'a ulaştık.
Konya'nın Meram'ına övgüler yağdıran Evliya Çelebi'nin Akşehir'in Hıdırlık'ını hangi güzel sözlerle, mübalağalı kelimelerle anlattığını da merak etmedim değil. Asude Hıdırlık Parkı'nda huzur ve sürur içinde içtiğimiz tavşankanı çayların hatırı da ömrümüz süresince yaşayacak gibi.
Kilitli olup olmadığını anlama fırsatına erişemediğimiz Akşehir Evi (folklorik), Anbardar Kerim Ağa Camii, Yukarı Hamam ile tadına bakamadığımız Akşehir irmiğinin yapıldığı dükkânı, Akşehir Gölü'nü, tek bir duvar parçası kalan Akşehir Kalesi'ni de Hoca Nasreddin izin verirse bir dahaki sefere görürüz inşallah.
Hoca Nasreddin'in torunları da hocalarına benziyor. Namaz vakitleri haricinde kapalı olan Ulu Camii (Selçuklu 1213) ikindi vaktinde gezip incelemek yerine, o vakitte Eski Kilise'ye gidip kapalı kapının önünde uzunca beklememizin esprisi de herhâlde başkanın oraya bize hoş geldiniz demeye gelip, kilise anahtarını zabıtasına telsizden emir vererek getirtip açtırmasıydı. Bre haşmetli başkan, gezdiğimiz yerlerde de bizim yanımızda olsaydınız da o nadide eserleri uzaktan seyredip durmasaydık.
Her ânı hoşluklarla dolu, fıkra gibi Akşehir gezimizde mihmandarların iyi niyetinden kuşku duymadığımı belirtsem de Hoca Nasreddin'in bir fıkrası aklıma gelmedi değil:

Tanımadığı bir adam gelip hocadan ipini ister, eşeğimi bağlayacağım, der.

Hoca, ipe un serdim, veremem deyince adam şaşkınlıkla, amma da yaptın hoca der, ipe un serilir mi hiç?

Serilir elbet der hoca, vermeye gönlüm olmayınca.

 

EŞREFOĞLU'NUN BEYŞEHRİ

İş bu vücudum şehrine, bir dem giresim gelir,
İçindeki sultanın yüzün  göresim gelir.
Yunus Emre

Amerika'nın suikast kurbanı devlet başkanı J. F. Kennedy, Bir sorun ancak onunla ilgilenmeye başladığınız andan itibaren sorundur" diyor. Tarihî, kültürel, turistik ve doğal güzellikleriyle müsemma Beyşehri'nin, günümüz gezginlerine daha güzel sunulabilmesi için bazı sorunlarının dert edinilmesi ve hâlledilmesi gerekiyor.
Eşrefoğlu Camii ve külliyesi ile küçük bedesten şeklinde düşünülmüş yapının da bulunduğu eski şehir olarak da adlandırılabileceğimiz bölgenin (tek kalmış kale kapısından itibaren) tarihî kent merkezi projesi şeklinde düşünülerek düzenlenmesinin gecikmesinde esasen orayı bilen herkesin kabahati var. Tarihî kentle ilgili bir çalışma var ise de önemine binaen tekrar ifade etmiş oluyoruz. Yoksa bu proje ivedilikle yapılmalıdır. Acil olarak ise Eşrefoğlu Camii önündeki küçük meydanın asfaltının kaldırılıp eski resimlerde de görüldüğü şekliyle otantik taş kaplamalar yapılmalı. Elektrik idaresi direkli trafoyu ve hattı yeraltına almalı veya taşımalıdır. Bu görkemli yapıların dış görüntülerinin önündeki / civarındaki kirlilikleri temizleyip güzelleştirmemiz gerekiyor.
Bu alana cephesi olan evlerin aslına uygun bakım ve restorasyonu yaptırılmalı. Alandaki kapalı çarşının (küçük bedesten) bölgenin özelliklerini yansıtan el sanatlarının, turistik eşyaların satışının yapıldığı, mevsimine göre yerel meyve, sebze satışı, endüstriyel olmayan içeceklerin (şurup, meyve suyu, ayran) ikram edildiği nezih bir bedesten hâline gelmesi çok hoş olur.
Günübirlik gezi ve incelememiz boyunca en çok eksikliğini hissettiğimiz yönlendirme / bilgilendirme levha ve panoların bulunmayışı, birazda böyle yerlerde önemli bir sorun gibi algılanamayışından olsa gerek, yoksa nedir ki iş mi bu?
Beyşehri'nin doğal, tarihî, turistik, kültürel güzelliklerinin tanıtım broşürleri, kitapçıkları, kartpostalları hazırlattırılıp bölgeye gelen gezginlere sunulmalı.
Türkiye'nin göl gibi göl sıralamasında ilk başta gelen Beyşehir Gölü'nde teknelerle niye gezinti yapıl(a)mıyor, bunu da kimseye sorabilmiş değilim. Gün batımını seyrettiğimiz küçücük adaya ahşap oturaklar yapılsa da ayakta "kimse kimsenin güneşinde durmasa" diyorum.
Sadece Yeşildağ kasabasının mezarlığında mukim Hacı Baba Leylek ve tebaasının (tastamam kırklar) bir tanıtım kitapçığı olsa, bu bile başlı başına bir olaydır. Leylekler Vadisi'nden geçerken dikkat çeksin diye yol kenarlarına, "Dikkat leylek çıkabilir" levhalarını dikmek zor olmasa gerek. Hoş, leylekler yolda yürümüyor; ama dikkat çekmek lazım. Belli mi olur, insanların uçma hevesi gibi leyleklerin de yürüme istekleri depreşebilir.
Tabiî ki Kubadabad Sarayı'nın yolu iyileştirilmeli. Yol deyince Konya / Beyşehir / Akseki / Antalya hattının az bir kısmı kalmış, burası tekâmül edince Beyşehri'nin tarihteki önemine tekrar kavuşacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum.
Heybetli Anamas Dağı'nın kucağına kurulmuş sarayın kalıntılarını görmek efsaneleşmiş saray entrikalarını yerinde dinleyerek sarayı tahayyül etmek için bile o zahmetli yolu (karadan) çekmeye değer. Sahi neden tekneyle geçmedik biz saraya?
Sevgili M. Ali, Beyşehri ile ilgili yazı istediğinde aklıma geliveren, leylek ana hikâyesini yazmaktı.
Beyşehri'ni lirik bir anlatımla yazabilmek, sorunsuz gezebilmek, ecdadı hayırla yad edebilmek, ahşabın raksettiği Eşrefoğlu'nun güzelliğini hissettirebilmek, Zazadın Hanı'nın da mimarı olan Sadeddin Köpek'in kendi yaptığı Kubadabad Sarayı'nda neden öldürüldüğünden bahsetmek nasipse başka bir yazıya kaldı.
Beyşehri'nin sorunları varmış, gezince farkına vardım. Dostumun dediği gibi, yazabiliyorken yazdım. Gezebiliyorken gezdim.

 

BELKİ DE MEDENİYET BURADAN DOĞDU
ÇATALHÖYÜK / ÇUMRA

Her gelip geçişimde Konya-Çumra karayolu üzerinde mevki belirten sarı bir levha hep dikkatimi çekmiştir. Renginden dolayı (koyusarı zemine siyah yazı) tarihî bir kıymete sahip olduğu anlaşılan "Çatalhöyük" levhası, geçenlerde yaptığım günübirlik gezi ve araştırma ile benim için daha manidar bir hâle dönüştü.
1926 yılı gibi, henüz kısa bir zaman öncesine dayanan mazisiyle Çumra'nın, insanlık tarihine eş bir maziye sahip, Çatalhöyük gibi bir mevkii topraklarında barındırması gerçekten bu genç ilçemizi dünya çapında bir üne kavuşturuyor olmalı.
Çatalhöyük'ü daha spesifik bir tanımlamayla, Konya'nın 52 km güneydoğusunda, Çumra ilçe merkezinin 11 km kuzeydoğusunda, büyük obsidyen (volkanik cam) kaynaklarına yakın bir yerde, deniz seviyesinden 1400 metre yükseklikte kurulmuş bir yerleşim merkezi olarak ifade etmek mümkün. Ancak Çatalhöyük'ün asıl değeri, neolitik çağa ait, bugüne kadar yapılan kazılarda bulunan yerleşik toplulukların en merkezî ve eskisi oluşundan gelmekte.
Bu özelliğiyle Çatalhöyük, dokuz bin yıllık mazisi ile yazı öncesi devirlere ait olan neolitik çağın aydınlatılmasında büyük bir öneme sahip.
Neolitik çağda arkası dağlık ve ağaçlık arazi, önü bataklık olan Çatalhöyük, yerleşmeye çok elverişli bu hâliyle tarım ve hayvancılık açısından gözde bir yermiş. O zamandaki bu verimlilik ve yerleşim uygunluğu bugünkü bilimsel veriler ışığında; on binlerce yıl öncesinde Konya ovasında bugünkü Van Gölü'nden çok daha büyük bir gölün varlığıyla izah edilebilmekte.
Medeniyetin ölçüsü sayabileceğimiz ilk şehircilik hareketinin görülmeye başlandığı Çatalhöyük bu sayede akla gelebilecek pek çok ilkin de sahibidir. İlk kumaş, ilk ayna, ilk tahta kâseler, metodlu tarım ve Anadolu'da sığır hayvancılığının ilk örnekleri, bildiğimiz anlamda dinin ilk ortaya çıkışı bunlardan sadece birkaçı. Tüm bunların ışığında bu bölgenin, dünyanın en önemli arkeolojik merkezlerinden biri olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz.
1961'de James Mellaart tarafından keşfedilmiş olan Çatalhöyük, Anadolu'daki en önemli arkeolojik alan olup, bugüne kadar ortaya çıkarılan on üç yerleşim katından da anlaşıldığına göre uzmanlarınca bu mekânlarda en erken yerleşimin M.Ö. 6800 yıllarında olduğu ortaya çıkıyor. Çatalhöyük bulunmadan önce ilk şehirlerin Mezopotamya'da bulunduğu ve buranın uygarlığın beşiği olduğuna inanılıyordu. Oysa Çatalhöyük, Mezopotamya'dan binlerce yıl önce Beyşehir Gölü'nden beslenen Çarşamba Çayı'nın doğu kısmına, Konya'nın Çumra ilçesi yakınlarında, on dört hektarlık bir alanda yaklaşık on bin kişilik nüfusu ile dünya tarihinde, şehir tanımlamasını hak edecek çapta büyüklüğe sahip bir yerleşim merkezi olarak sivrilmiştir. İlginçtir ki Çatalhöyük'ten 3500 yıl sonra ortaya çıkan ve dünyanın en gelişmiş merkezi olarak bilinen Mezopotamya medeniyetlerine ait şehirlerde bile nüfusun ancak beş bine çıktığı kaynaklarda belirtiliyor.
Böylesine önemli bir medeniyetin merkezine, önemi nispetinde değer verilmeyip buranın ihmal edildiği düşüncesiyle 1993'ten beri Çatalhöyük'teki kazılarına yeniden başlayan Profesör Ian Hodder, tespit ettiği bu çelişkiyi şöyle dile getiriyor: "Yabancı turist broşürlerinden herhangi birini açın, Çatalhöyük'ü göklere çıkartırlar, Türkiye'nin en önemli arkeolojik kalıntısı diye. Sonra da uyarırlar: Sakın ziyarete gitmeyin! Çünkü görecek hiçbir şey yok. Sadece yabani otların bittiği esrarengiz bir tepe!" Hodder işte bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için otuz yıl sonra araştırmalarına tekrar başlamış.
Ian Hodder'in, "Çatalhöyük yüzyılın değil, bin yılın en önemli kazısı, sadece tarihin değil, sanatın da ilk ortaya çıktığı medeniyet" diyerek yaptığı değerlendirme herhâlde bütün bunları düşündükten sonra ortaya koyduğu bir fikir olsa gerek!
Hodder'in bu görüşünden aynı zamanda Çatalhöyük'te ilk sanat çalışmalarının başladığını öğreniyoruz. Burada bulunan sanatın zenginliği Çatalhöyük'ün belki de en önemli boyutunu oluşturmakta. Bu sanat niçin ve kimler tarafından yapılıyordu. Yüzyıllar boyunca klâsik çağa kadar Anadolu'da ve bütün Akdeniz medeniyetlerinde görülen konular ilk kez Çatalhöyük'te karşımıza çıkıyor. Diğer neolitik yerleşimlerde duvar resimlerine rastlanmazken, Çatalhöyük evlerinin duvarları, kimi kez üst üste 20-30 kat yenilenmiş ve "üretici ruhun ilk belirtisi" denilebilecek kadar gelişkin duvar resimleriyle kaplı. Aslan ve kaplan resimlerine, boğa tasvirlerine ilk kez burada rastlıyoruz. Boğaların avlanmaktan çok, bir tür ayine benzeyen törenlerde merkez oluşturmasına yine burada tanık oluyoruz.
Medeniyetin kökenlerini gizleyen neolitik dönem, Çatalhöyük'te bütün açıklığıyla sergileniyor. Kazı buluntularında; savaş, öldürme ve yaralanma izlerine rastlanmayan Çatalhöyüklülerin hayatında, sanat eserleri ve süs eşyalarının önemi, kundaktaki bebeklerin bilezik takmasından da anlaşılabiliyor. Eşyaların çoğu da alışık olunduğu gibi silâh ve balta değil, aksine incik boncuk. Bir görüşe göre Çatalhöyük'te sergilenen duvar resimlerindeki motifler, Anadolu'da son birkaç yüzyıl boyunca yapılan kilim desenlerinde yaşıyor.
Bu görüş kanıtlanırsa, Anadolu'da yaklaşık 8.500 yıl süren bir sanat geleneğinin varlığı ispatlanmış olacak ki dünyada bunun benzeri yok. Yine bu görüş kanıtlanırsa, yalnız kilim desenlerinin değil, davranış biçimlerimizin kökenlerini de Çatalhöyük'te arayabiliriz.
Çatalhöyük'ün ziyarete açılmasının ülkemiz açısından önemini anlamak için bilim adamı olmaya gerek yok; çünkü Çatalhöyük'ün kendisi zaten açık hava müzesi şeklinde, ayrıca yanı başına da buradan çıkarılan ve bizim sadece kitaplarda resimlerini görebildiğimiz eserlerin sergileneceği ilmî çerçevede kurulacak bir müzeyle yerli ve yabancı turistlerin çekilebileceğine eminim. Turizm denince akla ülke ekonomisine katkı geliyorsa, Çatalhöyük mekân açısından da diğer turizm merkezlerinin yolu üzerindedir. Turizm beldesi olan Antalya ile yine aynı öneme sahip Kapadokya bölgesi arasında olduğundan, gerekli altyapı çalışmalarıyla Çatalhöyük pek yakında dünya çapında bir turizm beldesi olabilir. Burada hemen şunu belirtmek lâzım gelir ki Çatalhöyük'ten elde edilen bulgular sadece Anadolu insanının değil, başta Avrupa olmak üzere bütün insanlığı ilgilendiren evrensel nitelikte olup, bu bilgilerin ışığında, Çatalhöyük ülke ekonomisine kazandırılacağı gibi özellikle bu günlerde dış dünyada aradığımız prestij açısından da önemi yadsınamaz. Bulguların evrensel olması bütün insanlığın dikkatini çekeceğinden Türkiye artık haritalarda aranmadan direkt olarak gösterilebilecek bir ülke olur. Bu da kısaca ülkemiz tanıtımına katkı demektir.

Çatalhöyük İlgi Bekliyor

Uluslararası bilim adamlarından oluşan bir ekip her yıl bahar sonu itibarıyla Çatalhöyük'e gelerek yaz boyunca araştırmalarına devam etmektedir.
Bilimsel ve koruma amaçlı analizlere katkıda bulunabilmek amacıyla kısmen Avrupa Birliği'nin sağladığı bir fonla kazı bölgesinde yapılan çalışmaların daha fazla maddi desteğe ihtiyaç duyduğu çalışmaların gidişatından belli oluyor. Kurulacak tesislerin Türkiye ve Doğu Akdeniz ülkelerinden arkeologlar özellikle arkeometri uzmanları ve öğrenciler tarafından araştırma ve eğitim amacıyla kullanılması plânlanıyor. Böylelikle Çatalhöyük'te geliştirilmekte olan bilim kalıcı hâle gelebilir ve arkeolojik sorunlara daha geniş bir perspektifte çözüm üretilebilir.
Kazıları desteklemek ve kaynak sağlamak amacıyla bir de Çatalhöyük Dostları Derneği kurulmuş. Çatalhöyük ve benzeri tüm kazılar resmî ve özel kuruluşlardan ilgi ve maddi destek bekliyor. Çünkü bu kazılar geçmişe ışık tutsun diye yapılıyor.
Hâl böyle olunca bizlerin, yani Türkiye'de yaşayan ev sahiplerinin, Çatalhöyük için yapacağı çok şey olsa gerek. Böylesi bir tarihî varlığımıza karşı ilgisiz kalmamalı, en azından bir kez olsun Çatalhöyük'ü ziyaret şansını yakalamaya çalışmalıyız.
İşin ehli olanlar bu kıymeti tanıtabilmek için İngiltere'den kalkıp geliyor, üstelik yaptıkları faaliyetleri sanal âlemde internet aracılığıyla tüm dünyaya da sunuyorlar.

Çatalhöyük'teki Buluntular

Hayvan Kemikleri: Arkeolojik sitelerde bulunan hayvan kemikleri üzerinde çalışmaya zooarkeoloji ya da arkeozoloji deniliyor. Bu yönden Çatalhöyük çok önemli bir yere sahip. Çünkü o dönemin insanları, evcilleştirilmiş koyun, keçi, domuz, sığır gibi hayvanlarla birlikte yaşıyorlardı.
İnsanlar ayrıca yabani sığır ve atları, bizonları, geyik ve birkaç kuş çeşidini yemek üzere avlıyorlardı. Boğa ve erkek geyikler Çatalhöyük'ün dinî motiflerindendi. Arkeologlar bunları ortaya çıkardıkları hayvan kemiklerinden biliyor. İşin ilginç yanı, resimlerde leopar derisinin giyim için kullanıldığı gösterilirken bugüne kadar bunu destekleyen hiçbir leopar kemiğine rastlanmadığını belirtiyorlar.
Koyun, keçi, sığır, domuz figürleri olan buluntular arasında en belirginleri ise ya semiz ve şişman ya da hamile kadın figürleridir. Bu figürler niçin kullanıldı? Sadece sembolik ve göstermelik miydi, bunu bilemiyoruz. Meselâ bu sahada kedilerin evcilleştirildiğine dair hiçbir delil yok; fakat bazı figürler kedi benzeri hayvanları göstermektedir. Ya da buradaki insanlar bu figürler ile bir ana tanrıçaya mı inanıyordu? Burada bulunan bir ilâhe figürü, bundan 6000 yıl sonra bulunan Roma heykeli Cybele'ye (Kibele) benziyor muydu?
Taş Aletler: Kırarak, ezerek, parlatarak taş aletler yapımı yeni bir taş çağıydı. Neolitik çağ. Taş aletler, genelde yapıldıkları tekniğe göre iki gruba ayrılıyor; yontulmuş ve yontulmamış aletler. Çatalhöyük'te bulunan yontulmamışlar balta başı, takılar ve obsidyen aynalardır. Bunlar iki taşı birbirine yavaşça sürterek ve cilâlayarak yapılıyordu.
İnsan Kalıntıları: Çatalhöyük'teki insan kalıntıları, evlerin içindeki uyuma odalarının altlarına gömülü olarak yerleştirilmiş. Bu iş için açılan çukurlar defalarca kullanılmaktaymış, ceset bu çukura konduktan sonra içi balçıkla dolduruluyor, kapağı ise sıvanıyormuş, yeni bir ceset konulacağında tekrar açılıp, eskisinin kalıntıları biraz kenara itilip yer açılıyormuş, cesetler çukura konduktan sonra bir örtü veya hasır ile örtülürmüş. İlginç yanı, çocuk ve bebeklerin birtakım aletlerle gömülmesine karşın, yetişkinlerin hiçbir eşya konmadan gömülmesi.
Duvar Resimleri: Çatalhöyük'te bulunan duvar resimleri dünyada bulunan en eski resimler. Evlerinin dört duvarına; ama farklı bir kompozisyon içinde resim yapmışlar. Genellikle resimlerde, güçlü ve iri yapılı hayvanlar; at, boğa, geyik ve erkek domuz göze çarpıyor. Onların yanında çeşitli şekillerde iletişim kurmaya çalışan insan resimleri bulunuyor. Kimi hayvanın dilini tutuyor, kimi üstüne çıkmaya çalışıyor, kimi kuyruğunu çekiyor.
Obsidyenler: Bunlar her tür kesim işi ile silâhların uçlarında kullanılmış. Çatalhöyük civarındaki Hasandağı'ndan getirilen volkanik camlardan elde edilmiş. Her ne kadar şekil olarak bize ilkel de gelse obsidyenler, şu an kullandığımız en eski bıçaktan bile keskin.
Çömlekler: Türkiye bugün seramikleriyle bilinir. Bu geleneğin, Çatalhöyük'te bulunan en eski çömlekle başladığı kabul edilir. İlk çömlek pişirilmiş, boyasız, parlatılmamış basit şekilli bir çömlektir. Çömlekler evlerin dışındaki kapalı ocaklarda pişiriliyordu. Bu ocakların ilk burada mı yapıldığı yoksa bir yerden mi getirildiği hâlen bir sır.

 

VELVELİT'İN SEYDİŞEHRİ

Fakih Ahmed Kudbeddin Sultan Seyyid Necmeddin

Mevlânâ Celâleddin Ol kutb-ı cihan kanı.

Yunus Emre

Tâc, taht, kaftan, meliklik sizin olsun, bana Hakk'ım gerek diyerek erenler diyarı Horasan'dan çıkıp işaretini aldığı Diyar-ı Rum'a revan olan Seyyid Harun Veli ile başlar Seyyid Şehri'nin kuruluş hikâyesi.
Selçuklu harap olmuş, taht devrilmiş, hovarda mirasçılar beyliklerini ilân etmiş, her yer toz duman, dönem sıkıntı ve buhran, Hoca Ahmed Fakih, Seyyid Necmeddin, Mevlânâ Celâleddin gibi tasavvuf pirleri dahi vuslata ermiş.
Tastamam kırk muhibbanı ile yola koyulan Seyyid Harun, Bağdat'a varır. Muhteşem bir karşıla(ş)ma; İmam Caferi Sadık'ın neslinden âlemin kutbu Şeyh Alâeddin'le, Peygamberimizin mübarek soyundan İmam Musa Kazım'ın torunu Seyyid Harun, kırk gün halvete girerler. Tasavvuf şerbetini içip, Şeyh Alâeddin'den destur alıp yola düşerler.
Kendilerinin geleceğini önceden sevenlerine haber veren Hoca Ahmed Fakih'in rahmeti rahmanla buluşması, Harun Veli ile kavuşmasına mâni hâl olamaz. Keşf ü keramet Hoca Ahmet, uzatır elini sandukasından Harun-u Veli'ye, öper Horasan Sultanı, Konya'nın mürşidinin mübarek elini. Konya'da kırk gün kırk gece tefekkür, tezekkür ile münacat edip Allah Teâlâ'ya iltica eder. Nihayet, "Ey Harun! Rum'a çık, Karaman ilinde Küpe Dağı derler bir dağın şarkından yana bir şehir inşâ eyle, o şehrin halkı süleha ola, şâki olanın akıbeti hayır olmaya" diye. Horasan meliki iken kulağına kudretten gelen ilâhi sesin gereği çıktığı hayırlı yolun sonuna, Küpe Dağı'nın eteğine gelirler.
Bilinebilen tarihin tamamına şahit olan yaşlı kıtanın Anadolu'sunun her bir yanı gibi burası da Hititler ve Romalılarla birlikte birçok medeniyete ev sahipliği yapmış. Seyyid Harun'un kurduğu şehrin, milâttan önceki çağların Velvelit kalıntılarıyla inşâ edilmesi, medeniyetlerin birbirini emzirmesine delâlet etse gerek.
Bugün, bağlı bulunduğu vilâyetin (Konya) belediyesiyle aynı tarihlerde kurulan Seydişehir belediyesinin (1871) hizmetlerini mütevazı bir şekilde yapmasını da Harun'u Veli'ye dayandıranlar yok değil. Küpe Dağı'nın hemen eteğindeki doğal yeşillikten ve tatlı sudan istifade ederek güzel; ama abartısız düzenleme ile hoş bir park yapmış belediye. Adı da Kuğulu Park. "Sahi, kuğuları nerede bu parkın sayın başkan? Yoksa Ankara'nın Çankaya'sında betonların arasındaki 'Kuğulu Park'ın' küçük havuzundaki, hâllerinden memnun olmayan kuğular sizin miydi?"
Seyyid, şehrin alamet-i farikası hâline gelmiş, her yerde o var. Belediye lokantasındayız, güleç yüzlü, genç biri giriyor içeri; bölge milletvekili Harun Tüfekçi. İsmini aldığına hayır dua ederek başlıyor konuşmasına, hizmet aşkını mütevazılığıyla mezcetmiş. Birlikte gezmeyi teklif ediyor, hay hay, memnuniyetle diyoruz. Şehrin hemen her yerinde Seyyid Harun adını görerek ilerliyoruz. Seyyid Harun Unlu Mamulleri, Seyyid Harun Kitabevi, Seyyid Harun Bisiklet Tamircisi, Seyyid Harun Lokantası, Seyyid Harun Hamamı ve nihayet Seyyid Harun Camii ve türbesi.
Soruyorum yanımdaki belediye yetkilisine, "Sahi ne oldu şu meşhur Seydişehir leblebisine? Hiç buralarda göremedim." Yetkili, "Alüminyum Fabrikası kurulduktan sonra azalmaya başladı" diyor. Suğla'da nohut yetiştirip Seydişehir'de leblebi yapıp satmak zor gelmiş vatandaşa. Fabrika işçisi olup sözüm ona kolayı tercih etmişler. Hâsılı, alüminyum leblebiyi yemiş bitirmiş. Bir zamanlar üç yüze yakın leblebici, meşhur Seydişehir leblebisini Çorum leblebisiyle yarıştırıyormuş. Şimdi sadra şifa tek kalmış Seydişehir Seyyid Harun Leblebicisi Hacı Harun Usta.
Seydişehir'e bir dahaki çağırıldığımızda umar ve bekleriz ki o günlerde Seyyid Harun Veli Hazretleri ile çağdaşlarını enine boyuna inceleyen / anlatan bir sempozyum yapılır, hazretin külliyesinin etrafı tarihine ve ruhuna uygun tarihî şehir düzenleme örneklerine göre düzenlenir, tarihî ılıca kaplıcalarının modern dinlenme / konaklama tesisleri bitirilir, Kuğulu Park'ın kuğuları getirilir, Pınarbaşı denilen yerdeki kayalığın üzerinden su salınıp bir şelâle akıtılır. İşte o zaman tüm süleha Seydişehir halkı ve biz yaptığımız hayır duaların sevabına nail olmasını istediklerimize vekil Harun Tüfekçi'yi ve reis İbrahim Halıcı'yı da yürekten dahil ederiz.

 

EREĞLİ'DE AT'A REVERANS

Yokuşa yukarı tavşan büküşlüm
İnişe aşağı ceylan sekişlim
Taze gelin gibi uğrun akışlım
Alma gözlü kız perçemli kıratım
Köroğlu

Ereğli'de atların yetiştirilmesinin esas nedeninin hava, ayrık otu, su olduğunu söyleyen tecrübeli pansiyoner işi daha ileri götürerek Amerika'da Kentucky, İngiltere'de Liverpool, Türkiye'de Ereğli diyerek şehrinin dünya klâsmanındaki yerini belirtiveriyor.
Üstad Necip Fazıl'ın, sevgisinin / ilgisinin göstergesi olarak At'a Senfoni adlı eserini yazıp ilk baskısını da Türkiye Jokey Kulübü'nün yaptığını, Cengiz Aytmatov'un Gülsarı'sını, Köroğlu'nun Kırat'ını düşünürken, gözlerim, grup hâlinde bir o yana, bir bu yana koşan küheylanları takip ediyordu. Üstadın "Utansın" şiirinin, "Hey gidi küheylan koşmana bak, çatlarsan doğuran kısrak utansın" mısralarını biraz ürkek, biraz cilveli koşan atların ardından ünleyiverdim.
Atın hâcet-i asliyeden olup; at, avrat, silâh terkibinde ilk sırada yer almasının uyum düzenlemesinin ötesinde olduğunu da aklıma getirmiyor değilim.
Ereğli pansiyonlarında 500 civarında atın yetiştirildiğini, İngiliz atların iki yaşında, Arap atlarının üç yaşında yarışlara gönderildiğini anlatan pansiyoner Karayel'i anlatırken ses tonu ve yüz ifadesi değişiyor, gözleri parlıyor ve Karayel gibisi gelmedi diyerek eskiye dalıp gidiyor.
Karayel girdiği bütün yarışları kazanmış, hiç geçilmemiş. Son yıllarda yarış birincileri ve şampiyonların Ereğli'de yetişen atlardan çıktığını, koşuların en büyüğü ve en önemlisi olup yılda bir koşulan Gazi Koşusu'nun on beş kupasını da Ereğli'de yetişen atların aldığını söyleyen tecrübeli yetiştirici; amma ve lâkin Karayel başkaydı, diyor.
Beyliklere, Selçuklu'ya, Osmanlı'ya cins atlar yetiştiren Ereğli'nin, bugün dünyanın dört bir yanına atlar göndermesinin bir yolu bulunmalı. Gönderilecek ilk atın kardeş şehir Kwanjin'e -Güney Kore, Seul- hediye edilip adının da Karayel olmasının manidarlığını en iyi şimdilerde yetiştirdikleri bütün atlara Karayel hatırına saygı duyan at yetiştiricilerinin memnun kalacaklarından eminim.
Kanaatim o ki Bolu Beyi, seyisi Yusuf Ağadan şanına yakışır bir tay getirmesini istediğinde Anadolu'yu dolaşan seyis soylu; ama çelimsiz tayı Ereğli'den götürmüştü. Çelimsiz, gösterişsiz tayı gören Bolu Beyi kızgınlığını Yusuf Ağanın gözlerine mil çektirip tay ile birlikte sürgün ederek göstermişti. Oğul Ruşen Ali kör olan babasının üzüntüsünü kalbine gömdü, tecrübeli seyis babanın bilgisini azmine katık ederek gizlice bir ahırda tayı yetiştirdi. Tayla birlikte Ruşen Ali de yetişti ve ünlü kırat ve Köroğlu... Namı Anadolu'ya yayılan kıratı almaya gelen Bolu Beyinin en güçlü adamını alt eden yiğit Köroğlu'nun:

Çamlıbel'e süre idim yolunu
Altınlardan nallatayım nalını
Üç güzele dokutayım çulunu
Alma gözlü kız perçemli kıratım

diyerek sevgisini, şükranını belirttiği Ereğlili asil kıratının hakkını teslim ettiğini gösteriyor. Kırat elbette arkadaşıdır, yoldaşıdır, cenkdaşıdır, sırdaşıdır.
Gönlünü kaptırdığı Nigar'ı, rızasızca beyin oğluna verildiği düğün günü kaçırmaya gelen Köroğlu'nun kuşatmayı yarıp dalan sonra da Nigar'la kanatlanıp uçan Kırat'ının atasının, Tuvana kralı Varpalavas'ın diktiği asmaların üzümlerini yediğini, İvriz'in suyunu içtiğini, Herakliyye'nin serin ve temiz havasında koştuğunu / uçtuğunu belki biliyordu. O gün bugündür koşmaya ve yel gibi uçmaya devam etti. Hep önde gitti, hiç geçilmedi. Karayel koştukça kazandı, kazandıkça coştu, coştukça koştu... Şimdi bütün atlar -hep önlerinde koşan- Alaaddin Keykubat'ın dorusuna, Köroğlu'nun kıratına, Varpalavas'ın Karayel'ine reverans ediyor.

 

KUMPINAR

Kasdım budur şara varam
Feryâd ü figan koparam
Yunus Emre

Bir şehre vardığımda önce adı üzerine zihin jimnastiği yaparım. İlk ipucunu isminden çıkarmaya çalışırım. Ondandır ki hangi dönemlerde olursa olsun, hangi medeniyete çağrışım yaparsa yapsın, ilk ismi devam ede gelen yerler hep sıcak gelir bana.
Sille, Detse, Botsa, Zıvarık, Lâdik, Sızma gibi yerlerin adlarını duyduğumuzda yaklaşık hangi dönemlere (b)eşiklik yaptığı noktasında tahminler yürütmek zor olmuyor. Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesiyle, "Yazılacak Çok Şeyimiz Var" isimli çevre gezilerimizin bir yenisinde yolumuz Karapınar'a düştü.
1934 yılına kadar Sultaniye adıyla bilinen bu küçük Osmanlı şehrinin adından gelen imtiyazı, nahoş ikliminin gerisinde kalmış, sonunda yüzyıllardır devam eden makûs talihine de uyan Karapınar ismine de yeniden kavuşmuş.
Tarihçi Yusuf Küçükdağ Hocanın belirttiği gibi, Kanuni Sultan Süleyman'ın hükmüyle Karapınar ya da Kırkpınar adıyla maruf köye imkânlar tahsis ve tesis edilerek büyük bir yerleşim merkezi oluşturulması salık verilmiş.
Konya valisi Şehzade II. Selim de dönemin önemli bir bağlantı yolunun geçtiği bölgenin güvenliğini sağlamak ve cazibesini artırmak amacıyla konar-göçerleri iskâna teşvik etmiş, vergilerden muaf tutmuş, şehrin sosyalitesine katkısı olacak Sultan Selim Külliyesi'nin hızlıca bitirilmesini sağlamış.
Bir taraftan yeni aşiret ve esnaf getirilirken, diğer yandan önceki yerleşenler elde tutulmaya çalışmış ise de bir bölümü kaçıp gitmiş.
Görülen o ki bu iklim şartlarının, yeşilsizliğin, susuzluğun kader olduğu yerleşim yerine ne ferman, ne sultan eli, baskısı, teşviki kâr etmemiş.
Merakım odur ki Osmanlı Devleti zamanında iklim ve coğrafyası namüsait olup da sadece eşkıyalar yol kesmesin diye zoraki şehir yapılmaya çalışılmış başka kara (pınar) talihli sultaniye var mıdır? Osmaniye, Orhaniye, Muradiye, Kemaliye, Aziziye hep mümbit topraklar üzerine kurulmuş suyun, havanın ve yeşilin ahenkle coştuğu, renklerin bin bir tonunun raksettiği, bağın bahçenin, ekinin harmanın cümbüş ettiği yerler olduğunu biliyoruz.
Yıllardır süregelen kum fırtınaları şehrin ve insanın ruhi yapısını, fizikî görüntüsünü nasıl etkilediğini biraz dikkatlice bakarak gözlemleyebiliyoruz. Rüzgâr karası yüzlerinin kırışıklıkları gözlerinin kısıklığıyla bütünleşiyor. Ama bu donuk yüzün altındaki sıcaklığın dışa vuruş noktası gözlerini yine de gözlüklerle kapatmıyorlar. Kısık gözle, gözlüksüz, atmışlı yıllardan bu yana erozyonla mücadele çalışmaları yapıyor, fidan dikiyorlar. Çalışkan Karapınar insanı çıplak tepeleri giydirmenin (maki-ağaç) ehemmiyetini biliyor. Erozyon mücadelesinde neler yaptıklarını da heyecanla, yerinde anlatıyorlar.
Karapınar'da her evlenen çift Yarenler Parkı'na fidan dikiyormuş. Bu güzel geleneğe evlilik yıldönümlerinde ve çocukları olduğunda da fidan dikmeyi ilâve ederlerse hedefe daha çabuk varılacağından kimsenin şüphesi olmasa gerek.
Ali Tepe höyüğünden şehri kuşbakışı seyretmeye çalışıyoruz. Şehrin üstünde bir toz bulutu. Toz şehre rengini vermiş, Karapınar gri bir şehir olmuş. Kuzeyde kalan eski yerleşim alanıyla güneyde kalan yeni yerleşkeyi ayırt edebilmek zor. Her iki tarafın binalarına boz-gri bir renk hâkim. Yirmi bin nüfusun çoğu yaylalarda, şehirliler sanki yasta. Çarşıda pazarda canlılığı, hareketi, renkliliği pek hissedemedik. Yüzyıllar boyu verilen mücadelenin sanki ağırlığını ve yorgunluğunu üzerinde taşıyor Karapınar'ın bahtı kara insanı.
Atmışlı yılların güçlü belediye başkanı, Ali Tepe'deki iki yel değirmenine savaş açarak iki yılda zar zor yıkabildiğini torunlarına herhâlde öğünerek anlatmıştır. Şimdi o çıplak tepede televizyon, radyo antenleri şehre yüksekten bakıyor.
Karapınar adının verildiği yere geldiğimizde kara kaya yığınını görebildik; ama arasından aktığı söylenen (bazen akarmış) pınarı göremedik. Kurupınar ya da zorunlu baş tacı kumundan dolayı, Kumpınar yakıştırmaları da espri olarak denk düştü orada.
Karapınar'ın, Türkiye'nin erozyon mücadelesiyle meşhur bir ilçesi olmasının yanında, volkanik göller olan Acıgöl ve Meke Gölü'yle, hatta sadece orada yaşayan Meke Kuşu'yla, Sultan Selim Külliyesi'yle de ciddi bir tanıtım yapabileceğini söylememize bile gerek yok.
Kanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin, Sultaniye'nin şehir olabilmesi veya şehir kalabilmesi için gerekeni yaptığını mihmandarımızdan dinlerken günümüzde beldeye gereken teşvik, tesis ve çalışma yapılıyor mu sorusunun cevabının da şimdilik olumsuz olduğunu müşahede ettik.
Dört yüz elli yıldır direnç abidesine dönen Karapınar(lılar)a ihtimamla proje hazırlamanın, kuzey batıdan esen daimi misafire hoş geldin safa geldin, senden bana artık zarar yerine fayda geliyor dedirtecek çalışmaları yapılabilmenin zamanı gelmedi mi?   

 

BOLVADİNİN KIRKGÖZÜ

Deldi bağrı gülistan-ı dehirde hâr-ı cefa
Gelmedi gül rehlerinden canıma bûy-ı vefa
Gitti dûd-ı âh âyine-i dilden safa
Hangi birin diyeyim, âh ince derdim var benim.
Bolvadinli Mehmet Saatî

Tarih, medeniyet, ulviyet, efsane, biraz da karmaşa olsa gerek kadim şehirlerin sermayesi. Bilge kıtanın gözbebeği, zengin sermayenin membaı Anadolu, yüzlerce yerleşim yeriyle dün olduğu gibi bugün de zamanı kucağında soğutuyor, güneşi üstünde avutuyor.
Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden olan Bolvadin'in -Polybotum- dünü bugününe güç vermekte, tarihe tanıklığı devam etmekte. Elbette Sultan Dağları, Emir Dağları ve Eber Gölü de kadim şehrin kadim dostları.
Batılı Seyyah Charles Texier'in Kırk Âşık Gölü, Kırk Şehit Gölü diye de belirttiği Eber Gölü; sazlığı, kopakları (yüzen adacıklar) ve balık avcılığıyla belgesel filmlere en iyi malzeme olup Bolvadin'i ve Emirdağı'nı Türkiye'ye ve dünyaya tanıtıyor desek abartmış olmayız.
Dört bin yıllık ömrü dört yüz metre uzunluğuyla Anadolu'nun en yaşlı, en uzun taş köprüsü olduğu yazılan Kırkgöz Köprüsü'nün ön plâna çıkarılmasının gerekliliğine bu ömrün yettiği kanaatindeyim. Sadece bölgesel değil, Türkiye, hatta dünya ortak kültürel mirasına da katkı sağlanır. Bu girişime de dış kaynaklı destek bulunup uygar dünyanın da katkısı alınmış olur.
Bolvadin'in Kırkgözü nice medeniyetlere köprü olmuş, nice kralların heybetine, kervanların geçişine, aziz ve mübarek zatların üzerinde soluklanışına şahitlik etmiştir, kim bilir? Hititlerin, Frigyalıların, Lidyalıların ve hatta Perslerin, Romalıların, Bizanslıların üzerinden geçtiği, altından akan çayda Büyük İskender'in atını suladığı, Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın mola verip serinlediği, Murad-ı Hüdavendigar'ın abdest aldığı Bolvadin'in Akar Çayı ve gerdanlığı Kırkgöz Köprüsü; Millî Mücadele'de etrafı yakıp yıkarak kaçan Venizelos'a da yol verdi.
İstanbul'dan Bağdat'a kadar taş döşeli olan yolun ve köprünün kıymetini en iyi tarih ve onun aktörleri takdir eder herhâlde. Muhakkak ki köprüyü tamir eden Mimar Sinan da kadrini bilirdi.
19. yüzyılın sonlarında Lâla Sinan Paşa da büyükçe bir külliye yaptırarak dönemlerinde Bolvadin'e verdikleri ehemmiyeti göstermişti. Bugünün şehremini Ahmet Helvacı da Mimar Sinan'dan, Sinan Paşadan manevi destek alarak Bolvadin'in imarını Çay ilçesine doğru genişletiyor. Bolvaçay şehrine (iline) hızla koşmasının nedeni doğduğu yere hâdim olma isteği ve daüssıladan başka ne olabilir?
Tarihî değerlerin kendileri için şans olduğunun bilincinde olan başkan; tarım, sanayi ve ticarette önemli bir yerde olan Bolvadin'i markalaştırmayı kafasına koymuş.
Merkezde elli beş bin nüfusuyla şehir gibi şehir olmanın tüm özelliklerini taşıyan Bolvadin, tarım ve hayvancılık sektöründe entegre tesislerle gelecekte adından söz ettireceğe benziyor. Tarihî, kültürel değerlerine; tarım, sanayi, ticaret ve termal kaplıca turizmini de geliştirerek ilâve etti mi kim tutar Bolvadin'i.
Kadim şehir Bolvadin'in bugünkü hizmetkârları, sahip oldukları mirasın batıda herhangi bir şehirde olsa çok farklı tanıtım ve propagandayla dünya tarihî kentler sıralamasında önemli bir yerde olabileceğinin de idrakinde olsalar gerek. Tarih ve medeniyetlere şahitlik etmiş Anadolu'nun birçok ili, ilçesi başlı başına bir değerdir. Her biri âdeta açık hava müzesi gibidir.
Tarihin, turizmin, doğal güzelliğin tekmili birden içtima ettiği Bolvadin'in; Kırkgöz Köprüsü, Eber Gölü ve yaylalarının yanı sıra Yanıkkışla'sı (Redif Kışlası), Lala Sinan Paşa Camii, Alaca Camii, Çarşı Camii, Kırklar Camii, Hacı Ahmet Camii, tarihî çeşmeleri, tarihî evleri, Özburun Peri Bacaları, yeraltı şehri, İnsuyu Mağarası'yla şehirlik sıfatı kendine yakışan ilçelerimizin ilk sıralarında yer alır.
Günümüz Bolvadin'inde Abdulkadir, Abdulvahap ve Carullah isimlerini sıkça duymak rastlantı değil elbette. Abdulkadir Geylani hazretlerinin torunlarından olan Abdulkadir Geylani'nin, Peygamberimizin bayraktarlarından Abdulvahap b. Buht'un ve Sultan Carullah'ın son nefeslerini irşadda iken Bolvadin topraklarında vermelerinin günümüze yansımasından başka ne olabilir ki?
"Bugünkü gün, dünkü günün yuvarlana yuvarlana şu zamana gelişin oldurduğu bir keyfiyettir. Biz, geçmişimizin meyvesiyiz" diyen mütefekkir, mutasavvıf yazar Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin vurguladığı gibi, dünümüz günümüze ve yarınımıza payandadır. Tarihî ve kültürel değerleri yitirmeyelim. Yitiğimiz varsa bulalım, alalım. Kırklarımıza, Kırkgözümüze sahip çıkalım.

 

AMERİKA'NIN YABANCISI DEĞİLİZ

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan
Yahya Kemal

Dünyada bazı şehirler vardır, gezip görürken dünü bugünde yaşamanız için sizi âdeta içine çeker ve zaman tünelinde mükemmel hazırlanmış bir Hollywood filmi gibi kısa sürede sizi etkisi altına alır. Bu etkiyi, geçen zamana rağmen üzerinizde hep hissedersiniz. Oradan bir film veya fotoğraf gördüğünüzde ya da bir yazı okuduğunuzda belki detay kareler aradan düşmüş olabilir; ama manyetizma hep devam eder. Bir Roma, Paris, Madrid, Kudüs, Mekke, Medine, Buhara, Taşkent, İstanbul, Konya, Bağdat, İsfahan, Fez, Pekin, Kahire, Şam gibi üzerinde barındıkları ülkeyi her yönden besleyen bu şehirlere gidişlerinizi yineleyince etkilenmeyi yenilemiş olursunuz.
Konya büyükşehir belediyesi meclis üyeleri ve Meram, Karatay, Selçuklu ilçe belediye başkanlarıyla görüp incelediğimiz Amerika gezisi dönüşünde (Eylül 1998), başta belediye başkanları olmak üzere gezi heyetindeki genel kanaat tekrar gider misiniz sorusuna istekli olmayışlarıydı... Amerika'ya gidişi ileriki bir zamanda yinelemek yerine yeni yerlerle tanış olmak için miydi bu genç kıtayı istememek? Bence hayır. Grubumuz, Kuzey Amerika'nın New York, Los Angeles, Las Vegas, San Fancisco gibi günümüz nimetleri ile donanmış dünyanın tanıdığı bu kentlerde şehirlilik ruhunu hissedemediğindendir diye düşünüyorum.
Dostum Mustafa Armağan, Konya'mızdan da bahsederek şehirleri kategorize ettiği Şehir Ey Şehir isimli eserinde, geçmişi olmayan; ama bugünü canlı yaşayan Kuzey Amerika şehirlerinin tarihî derinliği, şehirlilik ruhu olmayan birer tabelâ kent hüviyetinde olduklarından bahseder.
Aynı eserde geçen Robert Venturi'nin "Las Vegas'dan ders alınmalı" diye tarif ettiği ve tam anlamıyla bir tabelâ şehir olan Las Vegas'ı, Anton Zijderveld'in ifadesiyle, şehirliliğin bütün anlamından boşaltılmış olan San Francisco'yu, hatta yeni kıtanın bütün yerleşim alanlarını bu ruhsuz ve sığ mazisi ile "aynel yakîn" gördük.
New York'ta gezip dolaşırken hiç yabancılık çekmedik. Her şey her yer bize tanıdıktı. Bizden bir yerlerde gibiydik. Levhalar, araçlar, oteller, cadde ve sokaklar hep aşina olduğumuz isim ve yüzler. Biz sanki önceden Amerika'ya gitmişiz gibi, göğsümüzü gere gere rehbersiz New York, Los Angeles sokaklarında dolaşabiliyoruz. San Francisco'da Golden Gate Köprüsü'nde, o inişli çıkışlı cadde ve sokaklarında bir şeyler kovalamışım gibi. Hafızamı biraz zorlayınca Carl Malden-Michael Dougles'in birlikte çevirdikleri "San Francisco Sokakları" adlı polisiye diziyi hatırlıyorum. Anladım ki biz Amerika'ya yabancı değiliz, onlar bize yabancı.
Öyle ya, Amerika'ya bağımlı bir ülkenin vatandaşı olmanın avantajını (!) yabancılık çekmeyerek kullanıyorduk. Ancak, Amerikan halkının arka bahçelerinden pek haberlerinin olduğu ya da onları umursadıkları söylenemez. Sokakta nereli olduğumuzu soranlara Türkiye dediğimizde; bazıları böyle bir yeri tanımadıklarını, bazıları da doğuda uzakta bir yer veya İstanbul diyerek, âdeta Türkiye'nin ölümüne aşkının tek taraflılığını farkında olmadan bize hatırlatıyorlar.

 

NEW YORK: BULUT DELENLER

Amerika kentlerinin büyük çoğunluğunun iş ve ticaret açısından dış dünya ile pek bağlantısı yok gibi. Ancak New York başta olmak üzere Chicago ve Los Angeles istisna.
New York eyaletinin kent merkezi konumundaki dünya ticaretinin yönlendirildiği Manhattan, oldukça yüksek binalarıyla (bulut delen) güneşini engelledikleri binalara tepeden bakmanın zevkini yaşıyor.
New York kentinin Manhattan yarımadasındaki o filmlerden aşina olduğumuz seksen yüz katlı binalar, gündüzün ticari hareketliliğine inat, geceleri o derece sessiz ve sakin.
Bir dönem dünyanın en yüksek binası unvanını elinde bulunduran Empire State Building gökdelenine çıkıp New York'a tepeden baktığımızda aşağılarda karınca gibi yürüyen Amerikalıları gösterip, "Ne kadar da küçük adamlarmış meğer" demekten kendimi alamıyorum.
Empire State binası 443 metre yüksekliği, 102 katı, 1.860 basamağıyla açılışının yapıldığı 1931'den, Dünya Ticaret Merkezi'nin (ikiz kuleler) yapıldığı 1971 yılına kadar, dünyanın en yüksek binası olma özelliğiyle Amerika'nın sembolleri arasında idi. 11 Eylül saldırısında yıkılan ikiz kuleler, (biz gezdiğimizde yerinde idiler) Empire State binasına 29 yıl sonra "Amerika'nın en yüksek binası" tacını iade etmiş oldu.
Empire State, pek çok besteci ve yazarın eserlerine malzeme oldu. Birçok Hollywood filmlerine mekân oldu. 1933 yılı yapımı meşhur "King Kong" filminin de plâtosu bu sembol bina idi.
New York'a hemen her gelen turist altı dolara Empire State binasından kenti seyredebiliyor. Gözünüze ilk takılan 106 katlı, Amerikanın en yüksek gökdelenleri olan Dünya Ticaret Merkezi oluyor. Karşımızda paranın, gücün, kibrin heykeli gibi duran bu ikiz kulelerin içinde; doğuya, batıya, kuzeye, güneye meydan okuyanları görür gibi oluyorum.
Empire State binasının 86. katındaki (320 m) izleme / gözetleme için oluşturulan mekândan bütün New York kentini, hatta pussuz bir havada New York eyaletinin tamamını bile görme imkânına sahipsiniz. (Dürbünle bakış bir dolar.) Açıldığı 1931 yılından bu yana 110 milyon kişinin ziyaret ettiği (parasıyla) binanın yapım masrafı çıkmış mıdır acaba?
Amerika'da hayat, genel kanun ve kurallar çerçevesinde akıyor. Ülkenin sevk ve idaresinde genel kanun ve kuralların yanı sıra, eyaletlerin içinde barındırdığı insanların etnik, dinî ve sosyolojik durumlarını dikkate alan özel kanun ve kuralları da ihmal etmemişler. Yerkürede ne kadar ülke ve millet varsa o kadar insan çeşitliliğinin mevcut olduğu Amerika'da kurallara uyma, insani ilişkiler, insan haklarına saygı had safhada.
Bu lokal düzenlemeler ve ortam sağlanmamış olsa, herhâlde ehliyet sayısı kadar aracın olduğu 14 milyonluk New York'ta ciddi trafik anarşisi veya rafine olmayan bu insan kokteylinden vahim toplumsal olaylar meydana gelebilirdi. On sekiz yaşından küçüklere sigaranın bile satılmadığı New York eyaletinin yanı sıra Nevada'nın Las Vegas'ında kumar, fuhuş serbest, yaşı da yok. Teksas eyaletinin kanunları daha tutucu, Florida'nın Los Angeles'inde de kurallar Teksas'ı aratmıyor.
Avustralya'nın birçok şehrinde olduğu gibi Amerika'nın New York'unda da yapılaşmaya bakış aynı. Kentin merkezi çok katlı bulutdelenlerle (gökdelen) yoğun bir şekilde sıralanırken çok büyük alanları çepeçevre kaplayan kenar yerleşim alanları ise tek, çift veya üç katlı binalarla, yeşile doygun üniform bir yapı arz ediyor. Avrupa'daki tarihî şehirlerde bu durum, tarihî merkez aynen muhafaza edilirken, dış alanda bir bölgeye yeni çok katlı bir kent oluşturuluyor.
New York'taki hemen hemen bütün yüksek binalardan görülebilen Central Park; göletleri, botanik bahçeleri, kamp yerleri, her türlü spora uygun alanları ve hayvanat bahçesiyle dört milyon metrekarelik bir alanda Manhattan'ın akciğeri olmuş ve 100 yıldır bir metrekaresini bile rantiyeciye kaptırmadan insanlara hizmet ederek dünya klâsmanında bir park olduğunu her daim göstermiştir.
Central Park'ı çevreleyen gökdelenlerde çalışan insanlar, mesailerinin öğle arası ve bitiminde parka inip güneşle, yeşille, suyla kısa süreli de olsa buluşabiliyorlar.
New York'la ilgili hafızama kazınan üç hususu daha belirtmezsem bu yazı eksik kalacak gibi.
Birincisi, Metropolitan Sanat Müzesi; 1870 yılında yapılan bu müzeye dünyanın dört bir yanından iki milyondan fazla sanat eseri antik malzemenin toplatılması / kaçırılması / alınması takdir edilesi bir olay; ama bir o kadar da düşündürücü. Antik çağdan günümüze birçok ünik eseri tıpkı Berlin Müzesi gibi burada da buluşturmuşlar.
İkincisi, 1883 yılında inşâ edilen Manhattan'ı Brooklyn'e bağlayan süspansiyonlu ilk metal köprü olan Brooklyn Köprüsü'nden araçlarla aynı anda yayalar ve bisikletliler de geçebiliyor. Yüz yirmi yıl sonra Türkiye'ye köprü yapacakların kulakları çınlasın.
Üçüncüsü, bir zamanlar dünyanın en zengini diye ün yapan Rockefeller ailesinin büyük iş merkezinin girişindeki havuzlu heykellerin yanında sıralanmış bayraklardan her ülkeyi bulmak mümkün iken Türk bayrağını bulamayışım. İsrail bayrağı sıralama, konum ve ebat olarak aileden torpilli olduğunu hissettiriyordu.

 

LOS ANGELES: SİNEMA KENTİ                                                                                              Dünyada bazı şehirler vardır ki içinde barındırdığı kişi ve kişiler ile bölge, yer ya da eserlerle meşhur olup zaman zaman bu isim ya da eserler şehrin önüne de geçebilir. Konya'nın Mevlânâ'sı, Şiraz'ın Sâdi'si, Kahire'nin Piramitleri, Türkiye'nin İstanbul'u, Veimar'ın Amadeus Goethe'si gibi Los Angeles'ın da Holywood'u kentin ismiyle birlikte anılır ve hatta zaman zaman Los Angelas'ın önüne geçer.
Los Angeles'a gidip de Holywood bölgesi ve Universal Film Stüdyolarına uğramamak olmazdı. California eyaletinin gözbebeği Los Angeles, New York'a göre daha genç, daha düzenli bir kent. Başka bir ifadeyle tatil, turizm, sayfiye ve sinema kenti de denilebilir.
Dünyada birçok ülke vardır ki sosyal yaşam açısından Amerika'dan hiçbir farkı yok. Sadece, Amerika asıllarıyla, onlar ise fason ve taklitleriyle yetinirler. Amerika adına bu müthiş propagandayı sağlayan en önemli araç ise sinemadır. Öyle ya, gidip görmeden bu kadar iyi tanıyabildiğimiz başka bir ülke ve sosyal yaşantısının ayrıntısına vâkıf olduğumuz bir halk topluluğu var mı? Universal Film Stüdyolarını gezince bu kanaatim bir kez daha perçinlendi.
Holywood'u, Beverly Hills'i gezip Universal City'e doğru girerken Universal Hilton ve Universal Sharlton otellerini görünce buranın film stüdyolarından da öte, adından da anlaşıldığı gibi universal bir kent olduğuna ikna oldum.
Binlerce insan gibi biz de otuz beşer dolar vererek bu renkli ve sürprizlerle dolu Üniversal Film Stüdyolarına girerek dünyaca meşhur filmleri seyretmek yerine, canlı canlı film plâtolarında yaşamayı tercih ettik. Dünyanın en büyük ve en yoğun TV ve film stüdyolarına girmenizle cezbeden maceralar, infilâk eden sahneler, orijinal ve güzel efektler, çeşitli atraksiyon ve animasyonların içinde buluyorsunuz kendinizi. Kalabalığın akışına kaptırıp heyecanla sağa sola bakarken ilk daldığımız spot, "Water World" adlı filmin çekildiği stüdyo. Bir okyanusun kıyısını andıran bu stüdyonun, tribününde oturan yaklaşık iki bin kişinin sessizliğini, açılan kapı ve jet gibi içeri giren su motorları (syk) bozdu. Bir anda kendimizi filmin içinde bulduk. Nefes kesen sahneler müthiş bir proteknikle hazırlanmış. O an bu sahneleri hayret, korku, endişe ve macera isteğinin karıştığı enteresan bir duyguyla nefeslerimizi tutarak izledik.
Su, ateş, uçak (plânör) ve silâhların arasında filmin bir demonstrasyonunu günde beş defa tekrarlayan oyuncuları çıplak gözle takipte zorlandığımızı söylememiz gerekir.
Scot Glen ve Kurt Russell'in başrollerini paylaştığı "Back Draft" filminin çekildiği stüdyoda beş dakikalık bölümle de nefesimizi kestiler. Yanı başımızda yangınlar, patlamalar oluyor, bulunduğumuz yerin hemen önünde betonlar çöküyor.
"Earthequake" filminin stüdyosundan geçerken âdeta yedi şiddetinde bir depremin içinde buluyorsunuz kendinizi. Depremin şokunu üzerinizden atamadan bir anda "King Kong" adlı canavar ile bir anda yüz yüze kalıyorsunuz. Steven Spielberg'in çektiği Oscar ödüllü "Jurassic Park" filminin canlı heyecanını yaşamak istiyorsanız o koca canavarla karşılaşmayı göze almanız ve şelâleden hızla kayan bota binmeniz yeterli oluyor.
Zamanda yolculuğa çıkmak için Doc Brown'un "Zaman Tüneli"ne girmeniz yeterli. Adrenalinizin yükseldiği ve kontrol dışı çığlıklar attığınız bir anda buz dağından kopan çığdan kurtulmaya çalışıyorsunuz; ama oda ne! Patlayan yanardağın içine düşüyor, oradan uzayın derinliklerindeki yerlere sizi sürüklüyor bu zaman tüneli.
Alfred Hitchock'un korku ve macera filmlerinden çıkıp, dört Oscar'lı "E. T."nin yıldız bağlantılı bisikletine binerek ötelere gidebiliyor, canlıymışçasına rüzgârını yüzünüzde hissedebiliyorsunuz.
İşte bir günde yaşadığımız film gibi Universal Stüdyoları gezimizi çıkışta sıcağı sıcağına kritize ederken mevcut Türk sinemasını kıyaslamak şöyle dursun bizim yönetmelerimizin bu filmlerin arka plânlarını bile kafalarında canlandıramayacakları noktasında ittifak ediyoruz. Türkiye'de sinema ile uğraşan birçok sanatçı ve yönetmen imkânsızlıktan Holywood'u görmemiştir bile. Kaldı ki bizde sinemaya verilen değer ortadayken, eksikliği kimde / nerede aramak ve kimi suçlamak gerekir? On beş günlük Amerika gezisinin görülmeye değer tek yanı Universal Film Stüdyolarını gezmemiz desem yeridir. Amerika'nın dünyaya hükmetmesinde ve yegâne jandarması gibi hâkimiyetini sürdürmesinde sinemanın rolü ilk sıralarda desem, abartmış sayılmam.

 

SAN FRANCİSCO: ALTIN KAPI

California eyaletinin 700 bin nüfuslu San Francisco'su, Büyük Okyanus'a sırtını dayamış, üç yanı sularla çevrili bir yarımada. Bay Bridge ve Golden Gate Bridge (Altın Kapı Köprüsü) adlı iki köprüsü, 1930'lardan kalma tarihî troleybüsleri, Altın Park'ı ve meşhur Alcatras Hapishanesi bu kente gelen turistlerinin akıllarında kalabilecek yerlerden. Engebeli olup, tepelere kurulmuş olan kentin ekonomik seviyesi düşük, suç oranı yüksekmiş. 1906'daki büyük deprem ve yangın sonrası yeniden inşâ edilen kentin bütün binaları, çelik-metal konstrüksiyon ve tabandan esnemeli (süspansiyon) yapılmış. Az katlı ve müstakil evler ise tamamen ahşap üzere yapılıyor.
Dünyanın ilk üç tekerleklisi, "Özgürlük Çanı" adıyla 1895'te San Francisco'da icat edilmiş. Yine 1927'de Philo Taylor ilk elektronik tv resmini göndermeyi başarmış. Tüm bu ilklerin yanı sıra bence bu altın kentte bahsedilmeyi en çok hak eden azim, gayret ve sabrın zaferi diye adlandırabileceğimiz Altın Park'tır.
Bonnie Woch isimli gazeteci, "inşâ edilemez" denilen yere büyükçe bir parkın yapılması San Francisco'nun kurucularının kararlığının delilidir derken dört milyon metrekarelik devasa bir alanın ne kadar da zor şartlarda meydana getirildiğini anlatıyor tabiî ki. Dünyaca meşhur New York'taki Büyük Central Park'ın düzenleyicisi ünlü arazi mimarı Frederick Law Olmsted, San Francisco'nun boş, kıraç, kaygan olan ve okyanusa kadar uzanan kum tepeciklerini görünce buraya kesinlikle park yapılamaz demiş. Fakat San Francisco'nun azimli insanları, buraya kentin kalbi mesabesindeki bu büyük parkı yapmaya kararlıdır. 1887 John Mc Claren adlı botanikçi, dünyanın dört bir yanıyla bin bir zahmet temasa geçip ne tür bitki ve ağaçları ekebileceğini tespit ederken, bir yandan da kumları toprakla değiştirmeyi ihmal etmemiş. Kentte parkın yapımını sivil idarecilerin zaferi diye nitelendiriyorlar. 1906'daki deprem ve yangında evlerini kaybeden mülteciler bu parkta kamp kurmuşlar, binlerce çadır parkı tahrip etmiş; ama yeniden eski hâline dönüştürmüşler. Şimdi San Francisco halkı diyor ki, "bugün park, yüzyıl öncesinin sivil idarecilerinin görmek istediği durumda."
Müzeler, yürüyüş yolları, göller, kültür merkezleri, akvaryumlar, gök izleme evi, arbetoryumlar, rodenler ve ördekler için havuzlar, botanik bahçeleri ve en önemlisi de Japon çay bahçesi. O ne muhteşem tablo, takvim yapraklarında gördüğümüz Japon bahçelerinin resimleri herhâlde bu bahçede çekilse gerek. Âdeta kartpostal gibi. Sanki yalan dünyanın cenneti. Bu bahçede harika kemerli köprüler, pagodalar (her katında çiçekler bulunan Budist tapınağı), bonsai ağaçları, su göletleri, yetişkin her türlü ağaç ve bitki.
Altın Park aynı zamanda, kültür ve sanat ortamını da üzerinde yaşatıyor. Açık ve kapalı tiyatro salonlarında oyunlar icra ediliyor, müzelerde çağdaş Amerikan sanat eserleri sergileniyor.
Bu parkın gezilmesinin ciddi faydalarını gördüğümüzü herhâlde, Konya'ya büyük bir park yapılmasının kararı verildiği zaman anlamlandıracağız                                                                       LAS VEGAS: YAPAY KENT

Gecesi olmayan New York'a inat, gündüzü olmayan ışıkların kenti Las Vegas. Gün başka diyarlara doğup Vegas'ta kararırken uzun bir caddenin iki yanına dizilmiş çağdaş mimarinin ilginç yapıları sentetik binalar, birbirleriyle yarışırcasına rengârenk hareketli ışıklara bürünüyorlar.
Bu yanıltıcı, ışıltılı küçük dünyanın cazibesi de gün doğana kadar. Güneş doğduğunda kararıyor bütün ışıkları bu günah kentinin.
Mimari hayalin para, su ve ışıkla birleştiği son nokta. Nevada eyaletinde yaşam için en acımasız iklimin seyrettiği Arizona çöllerinin ortasına kurulan vaha kenti. Eylül ayında 45oC sıcaklıkta olan bu sentetik kentte dilenciye, parası olmayana hayat hakkı yok. Kent uçaktan ilk bakışta çok düzenli, yeşil ve müstakil evlerden müteşekkil görünüyor. Bu küçük kentte hayat kumara endekslenmiş, öyle ki hiçbir cazibesi ve turistik yönü olmayan bu bölgede otellerin oda sayısı 1.000 ila 5.000 arasında değişiyor. Yılda 40 milyon kişi kazanma hırsıyla buraya geliyor.
The Strip Caddesi'ne sıralanmış yüzlerce otel ve giriş katlarına kumar için monte edilmiş binlerce slot makinesi.
Bugün yüz binin üzerinde otel odası olan, dünyanın en büyük yirmi bir otelinden on sekizine sahip Las Vegas, yetmiş yıl öncesinde küçük bir kasaba imiş.
Vegas'a indiğinizde havaalanına adım atar atmaz sizi ilk karşılayan tek kollu kumar makineleri, âdeta kumar kentine hoş geldiniz demek istiyor. Otellerin ana girişleri komple kumarhane. Burada saat yok, gün ışığı da. Zaman kumarda kaybetmeye göre ayarlı.
İşte bu tek caddesine; Avrupa, Amerika, Afrika ve Uzak Doğu'nun simgelerini sembolize eden binaları, sahte mücevherleri bir ipe dizer gibi sıralayıvermişler.
Bir Cesar Palace'ın 5.400 odası bulunuyor. Otellere yürüyen bantlarla ulaşıyorsunuz. 90'lı yılların sonuna doğru bitirilmiş ve 1 milyar 600 milyon dolara mal olmuş Bellagio Oteli'nin önü Como Gölü kıyısındaki bir kasabayı çağrıştırır şekilde tasarlanmış.
Otellerin yapım masraflarının yarısına yakınını su oyunu ve gösterileri ile ışıklandırmaya ayırıyorlar desek hilâf olmaz. Otellerin ışıklı ihtişamının yanında yapılan şovlar, organizasyonlar, gösteri ve atraksiyonlarla da gecede yüz binlerce dolar harcadıklarını hesap edecek olursak, kumar makinesinin esiri olmuş insanların dolarlarını avlamak için kurulmuş bubi tuzakları olduğunu görmek için kâhin olmaya gerek yok.
Bu ruhsuz kentlerden alınabilecek şey sosyalite değil, belki modern mimaridir. Hani vardır ya "muhtaç olduğun kan damarlarında saklı" diye; muhtaç olduğun ruh şehirlerinde saklı.

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan

diyen Yahya Kemal, Amerika'nın sentetik, ruhsuz kentlerini görse, bu şiiri ne hâl alırdı siz tahmin edin artık.
"Özlediğimiz şehir hafızası olan ve zamanın üç boyutunda sağladığı süreklilik ile mekânı da fetheden şehirlerdir. Bunu çok uzaklarda, ütopyalarda, Gülşen-i Raz'da geçen Câbulka ve Câbulsa'da aramayalım. Onlar yanı başımızdalar; Taşkent'te, Bağdat'ta, Şam'da, İstanbul'da, Bursa'da ya da Konya'da. Tabiî ki Kudüs'te, Mekke'de, Medine'de." (Şehir Ey Şehir)

Bölüm 1'i okumak için tıklayınız >>>

Bölüm 2'yi okumak için tıklayınız >>>

Bölüm 3'ü okumak için tıklayınız >>>

 
 
     
         
+20
+21°
+11°
Konya
Salı, 22
Çarşamba   +26° +10°
Perşembe   +25° +
Cuma   +24° +10°
Cumartesi   +24° +12°
Pazar   +26° +14°
Pazartesi   +23° +11°
altın fiyatları
Sözlük
Türkçe-İngilizce
 
www.altinekindernegi.org | © Copyright 2005 - | Designed by Adem ATÇEKEN