-->-->
 
 

 

 
    Kendini koruyan Şehir - 2. Bölüm
 

Ahmet Köseoğlu

ZÜMRÜT ŞEHİR MOSTAR

Sırpların katliamlara başladığı, insanın insan olmaktan utandığı, savaş hukukunun hiç uğramadığı, hatırlanması da, unutulması da acı veren Bosna Savaşı'ndan belleklerde kalan en unutulmaz görüntüler arasında, şüphesiz Neretva Nehri'nin gerdanlığı Mostar Köprüsü'nün yıkılışı vardır. Çetniklerin toplarla dövdüğü ve yıprattığı, Ustaşaların (Hırvat) ise son vuruşu yapıp Neretva'nın sularına gömüldüğü ânı, aynı gün televizyon ekranlarından hüzünle izlemiştik.
Mostar'ın ve köprüsünün yıkılmadan önceki görüntüleri, fotoğrafları, resimleri, gittiğimizde gördük ki güzelliğini anlatmada sönük kalmış.
Mostar şehri, ortasından salınarak, nazlı bir yâr gibi akıp giden Neretva'nın zümrüt yeşiline öykünmüş. Her yer yeşil, her yer nehir, Mostar zümrüt şehir.
Nehrin bir yakasında Müslümanlar, diğer yakasında Hıristiyanlar iki yakayı birleştiren kendinden ışıklı, aynalı bir düğme Mostar Köprüsü.
Yıkılan köprünün tamiratının sonuna yaklaşılmış. Türk müteahhidi, Türkiye adına yeniden ayağa kaldırıyor aslına uygun olarak köprüyü. Son taşlardan birini dönemin kültür bakanı Erkan Mumcu koyuyor ve "Hayırlı olsun, Allah korusun" temennisini taşın ardından hep birlikte gönderiyoruz.
Hassa mimarı Hayrettin Ağanın 1566'da yaptığı köprü, mimarinin ve teknolojinin başyapıtlarından sayılıyordu yıkılana değin. Yine aslına uygun yapılmış, biblo gibi yerine konmuş, şehrin siluetine girmiş; ancak Mostar Köprüsü siluetinin havan toplarıyla yıkılışının yüreklimizde bıraktığı acıyı, izi hangi mimar tamir edebilir ki? Bosna'nın güzelim şehirleri Saraybosna'nın, Mostar'ın, Travnik'in, Tuzla'nın, Banaluka'nın siluetini bozan katillerin bunca intikam duygusunu altı yüzyıl nesilden nesile aktarışlarına ne demeli?
"Katillik Sırpların genlerinde mi?" diyen ve Ustaşaların yaptıklarını görmezden gelen Hırvat yazara ne demeli?
Drina Köprüsü adlı romanı yazan Sırp yazar İvo Andriç'in Osmanlı mimarisinden, köprülerinden, hamamlarından hayranlıkla bahsederken Sırpların da hep o günü beklediklerini belirtip yıkımlara âdeta çanak tutmasına ne demeli?
Ya savaş öncesinde Boşnak yazar Abdullah Sidra'nın öykülerinden filmler çeken ünlü Boşnak yönetmen Emir Kusturika'nın sevgiden, dayanışmadan, birlik ve beraberlikten, insani değerlerden bahseden yapımları izleyip övgüler yağdıran Sırp ve Hırvat aydınlarına şimdi ne demeli?
Hıristiyan ve laik kıta Avrupa'sının ortasında kendilerine yaşama hakkı tanınmayan naif, asil Boşnak Müslümanların gördükleri bunca katliama, tecavüze, incitilmiş gururlarına, yaralanmış vicdanlarına, kanatılmış yüreklerine duyarsız ve umarsız kalan "medeni" Batı'ya ne demeli? Çok şey demeli, hiçbir şey dememeli. 15. yüzyılın sonunda Endülüs'te üç milyon Müslümanı soykırımdan geçiren Hıristiyan Avrupa'nın artık ne Bosna'yı, ne de başka bir İslâm beldesini ikinci bir Endülüs yapamayacağını tüm dünyaya ve onlara gösteren Boşnaklar çok şey dedi, hiçbir şey demeyerek.

 

BİLGE KRAL ALİYA İZZETBEGOVİÇ

Muhammed Hâdimi hazretlerinin, "Kâmil insan odur ki koya bir eser / Eseri olmayanın yerinde yeller eser" sözü pek meşhurdur Konya'da. Benjamin Franklin'in de benzer bir sözü var: "Öldükten sonra unutulmak istemiyorsanız ya okunmaya değer bir kitap yazın ya da yazılmaya değer işler yapın." Bu veciz iki sözü zihnimden kâğıda aktarırken masamın sağ köşesinde duran entelektüel dava adamı, siyasetçi, özgürlük savaşçısı Aliya İzzetbegoviç'in, Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserine göz atıyorum. İlk sayfasındaki imzanın tarihi 7 Nisan 2001.
Bilge Kral, Konya ziyaretinde Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin Sadav'la birlikte kullandığı belediyeye ait mütevazı Konya evinin açılışı münasebetiyle şeref konuğumuz olduğu sırada bu değerli eserini imzalatmıştım. Bahçede yapılan programda Bosna'nın yetiştirdiği bu bilge adamın yüzüne bakakaldığımızın dışında pek bir şey hatırlamıyorum. Yaklaşıldıkça büyüyen liderlerdendi kendisi. Mütevazı, düşünceli ve durgun hâli hâlâ gözümün önünde.
"Bosna trajedisi, insanın yapabilecekleri hakkında en iyiyi ve en kötüyü gösteren eşsiz bir bilgi kaynağıdır" diyordu bir düşünür. İşte Bosna cihadında en iyiyi yapanların en iyisi karşımızda. Doğu ile Batı'nın ortasında bulunan Bosna'da hastalıklarından arınıp şaha kalkamayan Doğu ile materyalizme saplanmış meçhule giden Batı arasında insanlığın aradığı adresin İslâm olduğunu bilip bildirmek gayesiyle geçen koca ömrün vakur ve asil duruşuna tanık olmak. Bizim tanıklığımız bir yana, bu gözü pek, samimi müminin büyük devlet adamlığına yüzyıl tanık oldu. Tarih de tanıklık edecek elbette.
1980 yılında tamamlanan ve dünyada yankılar uyandıran, Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserinin 1983 yılında yayımlanışını müteakip on dört yıllık bir hüküm giyme ve hapse girme dönemi ve 1989'da uluslararası baskılarla serbest bırakılması.
Avrupa felsefesinin bütün temel metinlerini; Hegel'in, Bergson'un, Kant'ın ve Spengler'in eserlerini okuyup iyice tetkik ettikten sonra Batı düşüncesinin temellerini ve neden İslâm'ın üstün olduğunu felsefi yaklaşımlarla bu değerli eserinde vuzuha kavuşturmaya çalışmış.
İnsanın hiçbir şeye hizmet edemeyeceğini, alet olamayacağını, tersine her şeyin insana, insanın ise ancak Allah'a hizmet edebileceğini, hümanizmin ilk ve son mânâsının bu olması gerektiğini vurgulayan Bilge Çınar: "Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır, neticesi ise Allah'ın elindedir. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve mânâsızlığından insani ve vakarlı tek çıkış yoludur; isyansız, yeissiz, nihilizmsiz, intiharsız tek çare. Teslimiyet, hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda alelâde bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir. İslâm, Allah'a teslimiyetin hakikatine göre adlandırılmıştır. Ey teslimiyet, senin adın İslâm'dır." derken adaletsizliklere karşı ahlâkın zaferine inandığını ve öylece yaşadığını, kazanılan bir zafer varsa onun da teslimiyetten geçtiğini bize işaret eder.
2003 Temmuz'unun ilk günlerinde gerçekleştirdiğimiz Bosna ziyaretimizin dönüş yolculuğunda uçakta hâl hatır sorarak yanımıza gelen, bize ziyaretin nasıl geçtiğini soran bakana "Bir eksiğimiz kaldı, o da sağlığının iyi olmadığını duyduğumuz büyük komutan Aliya'yı ziyaret edemedik." demiştim. Görüşebilseydik benim için anlamlı olacaktı. Kendini Konya'da üç gün misafir ettiğimizde: "Konya tarihî bir şehir, bizim kurtuluş mücadelemize de en çok destek veren şehirlerin başında geliyor." diyerek şükranlarını ifade etmişti Konyalılara. Ben de iade-i ziyaret kabilinden şehrimizin güzel insanlarının dua ve selâmlarını iletecektim. Ama ya programda yoktu ya da fırsat olamadı, bilemiyorum, görüşmemiz bu sefer nasip olmadı. Yurda dönüşümüzden üç ay sonra vefatını duyunca görüşememe üzüntüm daha da arttı. "Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun!"
Minyatür sanatçısı Nusret Çolpan amatör kamerasıyla çektiği Bosna ziyaret görüntülerinin CD'sini bana ulaştırdığında yazıyı tamamlamış idim. Bu görüntüleri izleyince gördüm ki Bosna için yazmaya çalıştıklarım, yazamadıklarımın ancak zekâtı kadar olmuş.
Saraybosna'nın en büyük salonunda Konya Türk Tasavvuf Musikisi Topluluğu ve sema heyetinin muhteşem konserini ve semâ ayinini gözü yaşlı takip eden Boşnakları, Bilegay Tekkesi ve orada okunan zikirli ilâhileri, o yıl mezun olan Saraybosna İlâhiyat Fakültesinin kızlı erkekli öğrencilerinin mezuniyet törenine has giysileriyle şehrin her yerinde kelebek gibi uçuşmalarını, tarihî Morica Han'ın girişinde nargile eşliğinde Türk kahvemizi içerken dinlediğimiz Sevdalinkaları, Sokullu Köprüsü'nden geçerken Osmanlı'ya büyük hizmetleri geçmiş Bosna Hersekli büyük veziriazamlardan Sokullu Mehmed Paşa ve Hersekzâde Ahmet Paşanın üzerine yaptığımız koyu sohbeti, ticari ilişkilerden daha çok kültürel ilişkiler içinde olmamızın gerekliliği üzerine Holiday İnn Oteli'nin lobisinde yaptığımız hararetli tartışmaları, Türk mutfağına ait birçok yemeğin Boşnak mutfağında da bulunduğunu, Saraybosna Mevlevihanesi'nin aslına uygun yeniden yaptırılıp açılışında da Konya Mevlevilerinin orada program yapmasının anlamını ve daha birçok mevzuyu uzun uzun anlatabilmeyi isterdim.

 

EVLİYA, YAKUPOĞLU VE KÜTAHYA

Varın bakın benim bacam tüter mi
Bağımda bahçamda bülbül öter mi
Evlatlarım benim yerim tutar mı
Gençlik elden gitti beyler gelmedi
Kütahya Türküsü

Picasso, balık isimli resmine, "Balık bunun neresinde?" diyen kadına, "Bu balık değil, resim!" der. İstanbul beyefendisi büyük sanatçı hezarfen Süheyl Ünver'in el verdiği, Feyheman Duran'ın yol verdiği Kütahyalı Ahmet Yakupoğlu'nun yaşadığı evde şaheserlerini incelerken bir yandan da o kadının resimden ne anlaması gerektiğini zihnimde çözmeye çalışıyorum.
Bir sonbahar serinliğinde, Hıdırlık Tepesi'ndeki mescidin bânisi Kütahya fatihi Hezardinar'ı (İmadüddin Dinari), Gönül Sultanı Hazreti Sunullah Gaybi'yi ve Acemdağı'nın eteklerine bağdaş kurmuş sırtını hafifce Yellice Dağı'na dayamış Germiyan Beyliğinin başşehri Yakup Eli'ni (Kütahya) selamlayıp aşağı inerek, ahşap payandalı çıkmalarıyla kendine özgü mimarisini oluşturmuş iki katlı eski-meyen- konakların bulunduğu Germiyan sokağından zaman tüneline dalıverdik. Bu tünelde mihmandarımız kâh Texier, kâh Strabon, kâh Evliya (Çelebi), kâh Niebuhr oluyordu.
Seyyah Strabon, şehrin (Kotieion), Frigya'nın en önemli merkezlerinden olduğunu, Bitinya ve Bergama krallıklarının idaresine ancak İskender'in ölümüyle geçtiğini, Roma ve Bizanslıların hâkimiyetinde iken de önemini koruduğunu, milâdi 1080 yılında Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın Kütahya'yı fethettiğini bize fısıldıyor.
Bizans-Selçuklu sınırında olan bu güzel şehrin tekrar Bizanslıların idaresine geçtiğini, 1180 yılında ise yine Selçukluların himayesine girdiğini; ancak II. Kılınçarslan'ın Selçukya'yı oğullarına paylaştırmasıyla zayıflığı fırsat bilen Bizanslılara yeniden teslim olan bahtı kara Kütahya'nın tâ ki 1233 yılında I. Alaaddin Keykubat'ın gelişine kadar yüzünün gülmediğini rehberlerimizin hemen hepsi belirtiyor.
Selçuklu Devleti'nin temeline konan dinamitlerden biri olan Cimri hâdisesinin patlak vermesiyle de Kütahya'nın sevk ve idaresi de Germiyanlılara geçer ve Germiyanlılar Moğollara ve Selçuklulara karşı önemli direnişler gösterirler. Germiyanlılarla Selçuklular arasında da sık sık yönetimin el değiştirmesine halk da alışmış olacak ki sosyal hayatta, idarecilikle, mimaride kültür ve sanatta pek değişiklikler görülmez. Arada Karamanoğullarının ve Osmanoğullarının da Germiyanlıları huzursuz ettiklerini hemen her tarihçi ve seyyah belirtiyor. Germiyanoğlu Yakup Beyin (II.) erkek evladının olmaması ve Karamanoğullarına karşı da destek aldığı Osmanoğullarından kız kardeşinin oğlu II. Murad'a gidip kendisinin vefatıyla birlikte hanedanlığın Osmanlı himayesine geçebileceğini bildirmesinden bir yıl sonra hakkın rahmetine kavuşur (1429). Nihayet Kütahya'nın gidip gelmesi sona erecek ve Anadolu Beylerbeyliği'nin merkezi olacak, idaresi de İshak Paşaya verilecek.
Genel tarihte 300-350 yılın fazla uzun zaman sayılmayacağını tarihçiler belirtirler ama bu şehrin sıkça el değiştirmesinin bir bölümünü dinlediğim zaman bile beni de bir kasvet bastı.
Bu dünyanın cennet köşelerinden olan Kütahya'nın tarihî bir konağında gözüm kalaylı bakır bardaklara doldurulan yayık ayranında, kulağım yerel şive ile şeker gibi pınarlarından, şifalı kaplıcalarından, bülbüllerin ötüştüğü bağ ve bahçelerinin enfes meyve ve sebzelerinden, yemyeşil yaylalarının doyumsuzluğundan dem vuran Germiyan soyadlı konak sahibinde, lâkin zihnim Kütahya'nın yorgun tarihine takılı kaldı. Sanki Strasbourg'un kaderine benzeyen bir yanı var gibi. Fransa-Almanya sınırındaki bu tarihî şehir de iki ülke arasında 17 defa gidip gelmiş, nihayetinde Fransa'da kalmış; ancak Avrupa Birliği Almanların imdadına yetişmiş olmalı ki Strasbourg'un tarihî bölümü "Petit France"deki kafelerde günlerin bir bölümünde gelip espiresso içip geçmişe özlemlerini giderebiliyorlar. Fransızlar da suyun karşı yakasında olan küçük Alman şehrinden sigara ve içki (şimdilik orada ucuzmuş) alıp evlerine dönebiliyorlar.
Kütahyalı Evliya Çelebi, "Germiyan ve Bahadıran kâl'ayı gevhernegin sett-i metin taht-ı Anadolu" dediği ve şimdi Hisartepe denilen yerde bulunan Kütahya Kalesi'ni anlatarak söze başlar. Devamında, "Âlim, fâzıl ve şairleri çoktur, çocukları gayet terbiyeli ve akıllıdır, okur yazardırlar. Halkı fakirler dostudur. Askeri cesur... Hanımların giyim-kuşamları son derece vakurdur, gayet mueddebâne gezerler" diyerek de memleket insanının sosyalitesinden bize haber verir. Divan edebiyatının kurucuları Şeyhi'ler, Ahmedi'ler, Ahmed-i Dai'ler ve büyük mutasavvıf Gaybi'lerin ebâenced (nesilden nesile) Kütahyalı olması, türkülerinin zengin melodili ve mûsiki kudretinin yüksek olması, Mevleviliğin önemli âsitanelerinden birinin de burada olması, sayısız eserleriyle hâlâ adları dillerde destan olan Gedik Ahmet Paşa, Mutasarrıf Fuad Paşa, Rüstem Paşa gibi devlet adamlarının burada hizmette bulunmaları Evliya'nın hakkını teslim için yeterli olsa gerek. Zaten Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar önce bu büyük insanla Sinan'a medyun-u şükranını şu ifadeleriyle belirtmemiş miydi: "İmparatorluk hudutlarını çizmekte aynı vazifenin değişik yollarında çalışan iki Türk büyüğü... Osmanlı Devleti'nin uzandığı hudutların serhaddine kadar tapu haritasını meydana getirmiş iki Türk büyüğü. Birincisi 16. asırı abideleri ile ikincisi de 17. asırı nesri ile, en ufak teferruatına kadar bir ayna misâli bütün mevzularının içine dalıp aksettirerek verir."
Tanpınar, Beş Şehir'ine yeni şehirler katmak arzusuyla yazmaya devam etseydi herhâlde yedinci şehir de Kütahya olurdu. Ahmet Turan Alkan Hocanın Selçuklu şehri Sivas'ı gelecekte altıncı şehir olarak yazacağını (hissi kablel vukû) bilirdi de onun için yedinci şehirden devam ederdi. Urfalılar, Amasyalılar ve hattâ Kayserililerin her biri ayrı ayrı, hayır Tanpınar yazsa idi yedinci şehir biz olurduk diyebilirler. O zaman Tanpınar Evliya'nın hatırına Kütahya'yı müstakil yazar ve "Evliya'nın Çinili Şehri" derdi derim.
Frigler dönemine ait seramikle ilgili tarihi bulguların varlığını ve Lidya, Pers, Roma, Bizans ve Selçuklularda da çiniciliğin hep önemli uğraş olduğu, "Milet işi" denilen ilk Osmanlı seramikleri XIII. yüzyıl sonu ve XIV. yüzyılda tüm coğrafyaya buradan yayıldığı bilinmekte. Günümüz çini atölyelerini gezerken bu işle uğraşan hemen her usta, çininin geçmişinin derinliğinden haberdar.
Evliya, 34 mahallesi olan Kütahya'nın, 34 çini atölyesinin varlığından haber verirken 1907'de Kütahya valisi olan Fuad Paşa üç asır evvel 300 atölyenin bulunduğunu 1795'te imalathane sayısının 100'e indiğini yazılı olarak payitahta bildiriyor. Şimdilerde yine birçok fabrikadan ve yüzlerce atölyeden nadide çini eserleri dünyaya dağılmaya devam ediyor.
Evliya Çelebi'nin "Gerçi Anadolu'da Türkistan vilayetidir" dediği Kütahya'da yıllar sonra ressam Ahmet Yakupoğlu, Türkistan mimarisine uygun olarak çizdiği ve yaptırdığı "Çinili Camii" ile Hoca Ahmet Yesevi'ye ve Evliya Çelebi'ye reverans ediyordu.
1920 doğumlu; fakat kendisini her dem eserlerini en güzel üretebildiği yaşta hisseden, Allah ömür verdikçe resim ve minyatür yapmakla görevli olduğunu düşünen Yakupoğlu'nun evinde geçirdiğimiz gün boyunca sanatın bizim olanıyla hemhâl olmanın lezzetine, letafetine doyamadık. Sonbahar serinliğinde Yakupoğlu'nun üflediği neyin ilâhi sesi, kadim dostunun çaldığı rebâb ile hemahenk olunca gönlümüze kor düşürmeye yetti. Ney ile rebap dertleşti, dil sustu. Bu vuslat anında, mekânın da otantikliğinin aldığımız tada katkısı aşikârdı. Bu kısa hususi konserin ardından "bu iki mübarek (ney, rebap) bir araya geldi mi bir şeye benziyor" diyerek yumuşak üslûbuyla usul usul söze başlıyor Yakupoğlu. Klâsik sanatlarımızın "ba'sü ba'de'l-mevt"i diyerek yâd ettiği ustası Süheyl Ünver Beyi (1898-1986) konuşmasına sürekli referans gösteren usta sanatçı, lâfı çağdaş / soyut / sürrealizm diye adlandırılan resim çalışmalarına getirince durakladı, derin bir iç geçirip kaşlarını çatarak "onlar Picasso'nun tatlı intikamının ürünlerinden başka bir şey değil" diyerek başını sağa sola uzun uzun (olumsuzca) salladı. Yakupoğlu; hat, ebru, minyatür gibi sanatlara küçültücü bir ifade ile "el sanatları" diyen profesörlerin, Picasso'nun soyut resminin arka plânını Alman sanat tarihçisi Langen Müller'in, Picasso'nun Tatlı İntikamı adlı eserinde detaylarıyla anlattığından habersiz olduklarını vurgulayarak konuyu büyük bir önem ve heyecanla bize aktarıyor. Soyut resimle ilgilenenlere ve sanat tarihçisi profesörlere eserin tercüme fotokopisini çoğaltarak gönderiyormuş. Bu çalışmayı çağdaş (!) resme kendilerini kaptıranlara reçete olarak sunuyor. Ona göre esasında iyi bir ressam olan Picasso, bu karalama, hiçbir şey ifade etmeyen soyut resimleriyle insanlardan intikam alıyor. İnsanların güzellik anlayışını bozuyor. Burjuvanın zevklerini alt üst ediyor. Bazı insanların saflığından, toplumda üstün ve farklı olma çabasında olanlardan istifade edenlerle, yüksek ücretlerle tablolar satmak için bir döngü kuran çıkar şebekelerinin de varlığından Alman sanat tarihçisinin eserinde bahsettiğini belirtiyor ve işte tatlı intikamın tatlılığı burada diyerek önemli bir konuyu bize aktarmış olmanın rahat yüz ifadesiyle derin bir nefes alıyor, Kütahya'nın günümüz Çallı'sı.
Resim, minyatür, tezhip sanatının yanında ney, rebâp, tambur gibi mübarek sazlarında (kendi deyimi) hakkını verebilen üstat Yakupoğlu; kırk kadar neyzen yetiştirmiş, zanaatkarlardan oluşan 20 kişilik meşk arkadaşlarıyla da nice devletlulara, gönül insanlarına ferah evinin havuzlu salonunda mûsiki ziyafetleri vermişler yıllarca.
Konya'ya 1956 yılında hocası Süheyl Beyle geldiğinde girmiş Hazreti Mevlânâ'nın manyetik alanına. Sabahtan öğleye kadar Kubbe-i Hadra, dergâh ve külliyeden oluşan resmi yapıvermiş. İşte o zaman Süheyl Hoca, talebesi Yakupoğlu'na, "Şimdi Hazreti Pîr ile tanıştın" demiş.
Ahmet Yakupoğlu 600 kadar eserini adına kurulmuş vakfa bağışlamış. Evinin bulunduğu arsanın hâkim bir tepesine yirmi yıl kadar süren bir çalışmayla Çinili Camii yapıp şehrin simgesi hâline gelmesini sağlayan bu abide şahsiyetin adı artık Kütahya ile birlikte anılıyor. Ama Türkiye ile birlikte anılmasının vakti çoktan geldi de geçiyor. Kültür sanat adına ahkâm kesenler, siyasiler, devlet idarecileri böyle derviş meşrepli, tevazu timsali sanatkârları tanımama eksikliğini bir an önce gidermeliler.
Hacı Bektaş kapısına alıç götürüp buğday alan, erenler kapısından ayrılınca "n'ettim ben" deyip koşa koşa himmete dönen Yunus! Bizi gör ki biz hâlâ buğday kaygusundayız. İlmin, sanatın bizim olanına, ecdadının sahiplendiği ölçüde sahiplenecek etkili ve yetkililer, buğday kaygusundan arınıp himmete koşalım, vakit çok da geçmiş değil.

 

BAĞÇASARAY / HANSARAY

Kırım'ın kalbi Bahçesaray (Tatarca Bağçasaray); geçmişin şarkılarını terennüm edip, medeniyetin, tarihin kalıntılarını şavkıtıyor. Şimdilerde Bahçesaray, nice badireler atlatmış ecdat yadigârı Hansaray'ı ziyarete gelenlerle hemhâl oluyor, avunuyor, teselli buluyor.
Kırım Hanlığı'nın payitahtlığını yapmış; sanatın, edebiyatın, saltanatın güzelliklerine tanıklık etmiş tarihî bir şehrin dününü, ancak Hansaray hatırlatıyor bugün bize. Bir de Aleksandre Puşkin'in sayesinde değişmeyen Bahçesaray adı.
Kırmızı kiremit damlı evlerin, yeşilliklerin içinde âdeta gizlenen vadiye girdiğimizde kendimizi küçük bir Anadolu şehrinde gibi hissettik. Akmescit'ten (Simferepol) güneybatı istikametinde 25-30 kilometrelik kısa bir yolculukla vasıl olduğumuz Bahçesaray'ın Çürüksü Deresi'ne paralel caddesi bizi dosdoğru Hansaray'a ulaştırdı. Muhayyilemizdeki hanlığın aktörleriyle sarayın kapısında hüzünlü bir selâmlaşma, hasret giderme ve yeniden tanışma.
Bahçelerle dolu vadiye otağını kuran Mengli (Benli) Giray Hanla birlikte Bahçesaray'a dönüşen bu saltanat şehrinin ismiyle müsemmalığı tamam da, Anadolu'daki bahçesarayların saraylığı da gönüllerin sürura ermesinden mülhem -gönül sarayı- olsa gerek.
Hansaray'ın taç kapısından avluya geçtiğimizde bizi karşılayan güllerin güzelliği bile sarayın ihtişamını gölgeleyemedi. Zarafetin, estetiğin, hünerin hemen her yerde kendini hissettirdiği bu şirin ve sıcak yere yüreğini katık eden isimsiz sanatkârlara reverans edip, girişin sağından aheste aheste yürürken, önden giden atlılarımıza da dua ettim.
Nice buluşmalara, görüşmelere, anlaşmalara, kavgalara, aşklara mekân olmuş sarayın duvarlarına kulak verdiğinizde, "Gözyaşı Çeşmesi"ni yaptıran sevdayı, ilk Osmanlı-Rus anlaşmasını, "Altın Ada"nın sırrını, "Altın Çeşme"nin sebebi hikmetini ve daha nice hikâyelerin fısıltısını duyabilirsiniz.
Cengizhan'ın küçük oğlu Tokay'ın oğlu Hacı Giray'ın Kırım Hanlığı'nın ilk kurucusu olduğu ve bastırdığı paranın üzerinde 1441 yazdığına göre, bu tarihten bir müddet önce hanlık kuruluyor. Anadolu Selçuklu Devleti'nin zayıf ve parçalanmış varlığı ile eş zamanlı beyliklerin zuhur etmesi ve nihayetinde Kayı boyu Oğuzların nasipdarlığı ile Osmanlı Devleti'nin büyümesi gibi, Altınorda Devleti'nin sonu da Kırım Hanlığı'nın başlangıcı oluyor. Her başlangıcın bir bitişi, her çıkışın bir inişi olduğu gibi Osmanlılardan hemen sonra neşet eden hanlığın ömrü de üç yüz elli sene oluyor.
Kırım Hanlığı, Osmanlı Devleti'yle sürekli işbirliği içinde olmuş, yakın temasını askerî birlikteliğin yanı sıra sanatsal ve sosyal yaşamına da yansıtmış.
Kefe Cenevizlilerine karşı Fatih Sultan Mehmed Hanla ittifak yapan Hacı Giray Hanın ölümünden sonra, Osmanlı'nın destek verdiği Mengli Giray Han başa geçer. Sultan II. Beyazıd'la Akkerman Seferi'ne katılan Kırım kuvvetleri 1502 yılında da Saray şehrine saldırıp, Altınorda Devleti'nin tahtını ele geçirip, bu devleti tarihin tozlu rafına kaldırır.
Şimdi Kırım Hanlığı güçlenmiştir; ama karşısında da büyük baş belâsı Ruslar olacaktır.
Altınorda korkusuyla Kırımlılarla iyi geçinen Moskova Knezliği'nin artık cephe alma zamanı gelmiştir. Mengli Giray'ın ölümü ile tahta geçen Mehmet Giray, Kazan Hanlığı'nın desteğini de alarak 1521'de Moskova'yı kuşatıp, Rusları mağlup eder ve haraca bağlar. Ruslar 1725'e kadar haraç öderler.
Hemen her yerde ve her dönemde olan iktidar mücadelesi Kırım Hanlığı'nda da İkinci Gazi Giray'ın (1607) ölümüyle başlamış ve hanlığın 1792'de yıkılmasıyla iktidar mücadelesi de bitmiş (!) Aynı yıl yapılan Yaş Anlaşması'yla Rusların Kırım'ı ilhakına Osmanlı da rıza göstermek zorunda kalmış. Sonraları Devleti Âli'nin Kırım'ı Ruslardan kurtarma mücadelesi, Kırım Savaşları (1853-55), tekrar Rusların işgali, sürgün, 1918'de Almanların Kırım'ı işgali, 1921'de Özerk Kırım Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin kuruluşu, İkinci Dünya Savaşı sonunda Kırımlıların vatanlarından yine sürülmesi ve 1990'lı yılların başından itibaren yeşil ada Kırım'a, Mustafa Cemiloğlu liderliğinde "vatana dönme" mücadelesi.
Koca bir dönemi üç beş satırda ancak iktidara çıkıp inmelerle anlatıyor tarih kitapları. Bu hanların ve insanların başka yaşanmışlıkları da var; ama onlar sosyal ve duygusal tarihe girse gerek. Hâlen müzenin müdürlüğünü yapan Server Ebubekir, Gözyaşı Çeşmesi'nin başına gelince grubun toplanmasını bekledi. Hansaray'ı ziyaret eden Türkiyeli şair ve yazarların, burada anlatacağı hikâyeyi dikkatle dinleyeceklerini hissediyor ki jest ve mimikleriyle hazırlık yapıyor. Server Ebubekir, Hansaray'da müze kurulmasında emeği geçen tarihçi, arkeolog Üsein Bodaninskiy'i de hayırla anmayı ihmal etmiyor.
Gözyaşı Çeşmesi, Hansaray eserlerinin en meşhuru. Onu özellikli kılan, sanatından ziyade, hikâyesidir. Hikâyesinin aşk olduğu ve çeşmeyi yaptıranın I. Giray Han olduğu konusunda ittifak var; ancak âşık olduğu hatun ve çeşmeyi yapan sanatkâr konusunda rivayetler muhtelif.
Giray Han, biricik gözdesi, belki de eşi, Dilâra Bikeç'in harem entrikalarına dayanamayarak müzmin ve dermansız bir hastalığa yakalanıp, günden güne eriyip bitmesine çok üzülüp "Dünya durdukça bu çeşme de benim gibi ağlasın" diyerek Bahçesaraylı bir mermer ustasına yaptırıyor bu çeşmeyi.
Başka bir rivayet ise; hanlar hanı Giray Han, hareminde Leh asıllı Maria Potocka adında genç, güzel kızı görüyor ve gönlüne bir ateş düşüyor. Yaşlı hana genç güzel gönlünü açmıyor, bir gün olur da bu sevdama karşılık verir diye han bekliyor, Maria da sıkıntıdan amansız bir hastalığa tutuluyor. Gencecik yaşta ruhunu teslim ediyor. Çok üzülüp günlerce gizli gizli gözyaşı döken Giray Han, İranlı şair ve sanatkâr Ömer Ustaya bu karşılıksız aşkını unutulmaz yapan Gözyaşı Çeşmesi'ni yaptırtıyor. Usta, öyle bir şaheser yapıyor ki geceleri sessizlikte sarayı "hıçkırık" kaplıyor. Çeşme yapıldığı yerden kaldırılmadan önce, her bir damla ortam akustiğiyle "ağlama ve hıçkırık" gibi sesler çıkararak saray ahalisini derinden etkilermiş. Rus II. Yekaterina'nın isteğiyle bugünkü yerine konunca akustiği bozulmuş, ses çıkmaz olmuş.
Gözyaşı Çeşmesi'nin bir benzeri de Konya'da, Hz. Mevlânâ'nın dergâhının bahçesinde mevcut. Lâle Devri üslûbuyla yapılan bu tarz çeşmelerde kurnadan akan su, önce tek havuza (çanağa), sonra daha küçük iki çanağa, sonra yine tek, sonra yine iki ayrı çanağa ve nihayetinde tek büyük havuza.
O gün bugündür sarayın bahçesinden, biri sarı, biri kırmızı iki gül kopartılıp Gözyaşı Çeşmesi'nin ilk büyük çanağına konur. Bize mi denk geldi, yoksa hep öyle mi bilmiyorum; ama sarı gül, gül ile gonca arasında bir görünümde idi.
1822 yılında Bahçesaray'a sürgüne gönderilen ve o zaman Hansaray'ı gezen ünlü Rus şair ve yazar Aleksander Sergeyeviç Puşkin, bu çeşmenin dramatik hikâyesini bir Tatar balasından (çocuk) dinleyince çok etkilenir ve "Bahçesaray Çeşmesi" (Bahçisarayskiy Fontan) adlı şiirini kaleme alır. Ruslar tüm Tatar yerleşim yerlerinin adlarını değiştirmelerine rağmen, Puşkin'in eserinde adı geçen Bahçesaray'ın adını değiştirememiş. Akmescit olmuş Simferepol, Akyar olmuş Sivastopol ve daha nice Tatar şehir ve köyleri hep 'pol olmuş.
Puşkin, soğuk Moskova sokaklarında gezerken, güzel Natalya'yla yolları kesişir. Ancak kader, Puşkin ile Natalya'nın gönül yollarını kesiştirmez. Natalya, Fransa'da eğitim görmüş subayı tercih eder. Şair ve subay karşılaşması, düello ve trajedi. Kader, kalem tutan elin iyi silâh tutamayacağını söyler, büyük şair düelloyu kaybeder.
Gezimizde Gözyaşı Çeşmesi'nin yanına dikilmiş Puşkin büstünü görünce, "Çeşme sadece Giray Hana değil, tüm gönül yaralılarına gözyaşı döküyor" dedim.
Bu ağlayan çeşmenin üzerinde eski(meyen) Türkçeyle yazılmış kitabede:

Ey yolcu gel iç bu şifalı sudan,
Bu kaynak kendi diliyle sevgi tarihi söylesin.

Su, dilinden anlayana, sevginin tarihini mutlaka söylüyordur; ama bize bu aşkın hüznünü yaşatan müze müdürü Server Bey oldu. Yine kitabede:

Burada cennet sözü yok ama
Cennette seni böyle selsebiller bekleyecek.

yazılıdır. Puşkin'e şiir yazdıran dokunaklı hikâyenin simgesi Gözyaşı Çeşmesi, Çaykovski'ye de ilham kaynağı olmuştur.
5. Uluslararası Şiir Şöleni için Kırım'a gelen Türkiyeli şair ve yazarlardan bir grupla seyrine gittiğimiz Kırım Millî Folklor Grubu ve Server Kakura konseri çıkışında, fuayede satılan kasetlerin hepsinden aldım. Edip Asanov, Server Kakura, Rüstem Memedov, Zareme Hanım, Fevzi Aliyar ve Susarına Mehmetova. Mehmetova'nın kasetini bindiğimiz taksinin (Ukraynalı) teybine taktık. Kasette çalan şarkı "Ey Güzel Kırım". Bizim ilk kez duyduğumuz bu şarkının nakarat kısımlarını taksicinin söylemesi, bizim de hoşumuza gitti. Salondan otele geldik. Taksici 13 hrivna (3 $) dedi. Biz de 20 hrivna verip üstünü de vokalistliğine saydığımızı tarzanca anlatmaya çalıştık.
Hep iktidar kavgaları ve savaşlarla geçmez hanların ömürleri. "İlmin önünde herkes eğilmelidir" diyerek medresenin kapısına zincir gerdirip eğilerek giren Mengli Giray Han, Hansaray'dan önce Zincirli Medrese'yi yaptırmış idi. Kanuni Sultan Süleyman gibi uzun süre hanlık yapan Giray Han (44 yıl) aynı zamanda şairdi:

Firâgındın menim hâlim sorar bolsan, eger cânâ:
Könülde nâr-u gözde âb'u dilde âh olur peydâ.

Tatar dilinde naklettiğim Mengli Giray Hanın bu şiirinin devamı ve Tatar hanlarını anlatan Halim Giray Sultanın, Gülbün-i Hânân yahut Kırım Tarihi isimli eserinde, nice şair hanların eserlerini de görebiliyoruz.
Zincirli Medrese'ye giderken yol üzerinde Gaspıralı İsmail Beyin yaşadığı eve uğramazlık olmaz. Hoş, duygusal anlar. Kırım mücadelesi ve Gaspıralı üzerine konuşmalar.
"Dilde, fikirde, işte birlik" parolasıyla sadece Kırım Tatarlarının değil, Rusya sınırları içerisinde bulunan bütün Müslüman Türklerin haklarını savunarak, hürriyet mücadelesi vermiş, öncü, bayrak insan Gaspıralı İsmail (1851-1914). Bu azimli Tatar, dört yıl uğraşarak neşrine müsaade aldığı Tercüman Gazetesi'nin ilk nüshasını, 1883'te Türkçe ve Rusça yayımlar.
Ölümünden önce Nobel'e aday gösterilen İsmail Gaspıralı'nın Tercüman Gazetesi, sadece Kırım'da değil, Kafkasya, Türkistan, Kazan, Sibirya, İstanbul, Dobruca ve Bulgaristan'da da okuyucuların eline ulaşır. O dönemde kıt imkânlar ve zor şartlarda çıkan gazetenin tirajının 15-20 binlere ulaştığını duymamız, hepimize dudak ısırttı.
Kırım Gezisine katılan şair ve yazarlar, gözlerinde Kırım'ın geleceğinin parıltısı, gönüllerinde Gözyaşı Çeşmesi'nin sızısı ile Türkiye'ye döndüler.

 

YAZILASI KARAMAN

Câm-ı ömrü toldu Selçukilerin
Emri âhir oldu Selçukilerin
Verdi tâc ü tahtı anlarda yele
Düşdü beğlik hatemi elden ele
İbn Kemal

Bugünkü Konya'nın uzak bir semtine belediye otobüsüyle gitmekle eş anlamlı gibiydi, Karaman'a vasıl olmamız. Selçukluların başşehri Konya'dan, Karamanlıların başşehri Larende'ye, Karamanspor'un sarı kırmızıya boyanmış lüks otobüsüyle Konya valiliği önünden geçerek, eski Larende caddesini dik kesip yeni Karaman caddesini, takiben uzun ince ve dümdüz yoldan, rahatça ulaştık.
Cumhuriyet döneminde Larende adının Karaman olarak değiştirilmesinin sebebini pek merak etmedim; ama Karaman adının, Karamanoğulları vesilesiyle geniş bir bölgeyi içine aldığını biliyorum.
Tarihin, kültürün, medeniyetlerin beşiği Anadolu'nun yazılabilecek, gezilebilecek o kadar çok kadim şehirleri var ki yazıla yazıla bitmez. Konya'yla yoldaş, yaşdaş, dönemdaş olan Larende'nin de tarihe ve olaylara tanıklığı, yaşa(n)mışlığı günümüz Karaman'ının Dünya Tarihî Kentler listesine girişine (üye olması) vesile oluyor. Buraya sentetik (yapay) kentler üye olamıyor. Dünü olup bugünü de olan şehirler girebiliyor. Çünkü sentetik kentlerde ruh yoktur.
Moğollar karşısında Aksaray civarında ikinci defa mağlup olan II. İzzeddin Keykâvus ile IV. Kılıçarslan arasında taksim edilen Selçuklu'da taht kavgası sınırların parçalanıp beyliklerin sahneye çıkmasına sebep olmuş.
Selçukluların mirasçısı beylikler arasında Osmanlılardan sonra Anadolu'da en büyük ve en kuvvetlisi olan Karamanoğlu beyliğinin iki yüz yirmi yıl süren hükümdarlıklarında Selçuklu'yla, devamında Osmanlı'yla pek de iyi geçindiğini tarihî kayıtlarda göremiyoruz. Dönemin tarihçisi İbn Kemal, "Karamanoğulları Selçukilere gâh itâ'at, gâh isyan etti" diye belirtiyor. Tarihçi Hammer de, "Kıskanç Karaman beyi rahat duramadı" diyerek Osmanlı'yla yüz elli yıl harp ettiğini belirtiyor.
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat Akdeniz kıyılarını güvenlik altında tutabilmek için Oğuzların Avşar boyundan olan Karamanoğullarının bölgeye yerleşmelerini sağlamış, baba (devlet) olarak müşfik davranmış; ama ailenin hırçın ve hırslı oğlu zaman zaman babaya (Selçuklu), büyük ağabeye (Osmanlı) kafa tutmuş, baş kaldırmış, saldırmış, yenilince de her defasında nedamet duyduğunu söyleyip af dilemiş.
Karaman ile Konya'nın önemli bağlarından sayabileceğimiz bir olay da Baha Veled ve ailesinin yedi yıl Larende'de ikamet edip kendilerine tahsis edilen medresede ihya ve irşad hizmetinde bulunmaları, akabinde Konya'ya gelmeleridir. Hâlen Karaman'ın tam merkezinde bulunan Mader-i Mevlânâ (Ak Tekke) Camii'nin giriş sol yanında Hz. Mevlânâ'nın ağabeyi ve annesinin (Mümine Hatun) mezarları bulunuyor.
Hz. Mevlânâ'nın çocuk yaşlarda Larende'ye gelmesi on sekiz yaşına geldiğinde de Semerkant'tan gelip yerleşen Hoca Şerafettin Lala'nın kızı Gevher Hatun'la burada evlenmiş olması da Karaman için önemli.
Karaman belediyesi de Hz. Pir ve eserleri ile sema ayini programlarını ciddi, nitelikli bir şekilde icra-i faaliyetlerine dahil edip, Karamanoğullarına dünü bugünde hissetmesini sağlamalı.
Cumhuriyet döneminde Konya'nın ilçesi olan Karaman'a Hacı Bekirzâde Hüseyin Avni'den (1879) bu yana yirmi bir belediye başkanı hizmet için göreve getirilmiş. Bunlardan Karaman'ın son belediye başkanı herhâlde bugüne kadar başkanlık yapanların en genci olsa gerek. Otuz sekiz yaşında.
Cumhuriyet'in genç iline (1989), bu genç ve dinamik başkan heyecanla, aşkla anlattığı projeleri gerçekleştirebilirse, Karamanoğlu Mehmet Bey, Pîrî Reis gibi adı unutulmayanlar listesine dahil olur. Tarihî Kent Meydanı projesi başlı başına bir iş. Tarihî belediye binasının kent müzesine (kültürel-folklorik) dönüştürülmesi, fonksiyonel bir kültür merkezinin yapılması ciddi işler. Karamanlı tarihçi Şikari'nin (16. yüzyıl) Karamanname'sinin valilikle birlikte yeniden bastırılıp gündeme getirilmesi de takdire şayandır.
Belediye başkanı Ali Kantürk, daha önce bir mezbelelik olan büyük bir alanı büyükçe bir parka dönüştürmüş ve adını da Muammer Baran Parkı koymuş. Baran, iyi Türkçe konuşmasıyla maruf olup ödül de almış, sevilen bir öğretmenmiş. Almanca, İngilizce, Fransızcayı iyi bilen Baran Hocanın, adının parka verildiğini görünce, Türkçe Nereden Geliyor Nereye Gidiyor isimli eserin sahibi (kitap sonraki dönemlerde Türk Dili adıyla basıldı) genç yaşta vefat eden (41) Ali Fehmi Karamanlıoğlu'nu hatırladım. Hani Türkçeyi güzel konuşan Muammer Baran Parkı ile Türkçeyi güzel yazıp tekniğini ve nereden gelip nereye gittiğini de yazan Ali Fehmi Karamanlıoğlu caddesi mütenasip olur diye düşündüm. Karamanoğullarından Ahmet Tevfik Beyin oğlu olan Ali Fehmi, "Dil sahasında yazılan en iyi eser" dalında Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi yarışmasında birincilik de almıştı.
Karaman'ı yazmayı düşünürken Şikari'nin destansı ve meşkuk tarihini, Hatuniye Medresesi ve bugünkü kullanımının uygunluğunu, Yunus'un ne kadar Karamanlı olduğunu, dil bayramının hareket noktası olan Mehmed Beyin dil buyruğunun kısacık ömrünü, önümüzdeki yıl (2006) yapılması plânlanan 3. Dünya Türkoloji Kongresi'nin önemini, Karamanoğlu Alaaddin Beyin Hz. Pir'in mezarını ve Kubbeyi Hadra'yı yaptırdığını, bildiğim / duyduğum; ama göremediğim Karadağ'ın Yılkı Atlarını, Karaman Kalesi ve yapılabilecek kültürel faaliyetlerini, "Karaman'ın koyunu, sonra çıkar oyunu" deyiminin tarihî bağlantısını, "Bu canı bu beden taşıdığı sürece sözüme bağlayım" diyen Karamanoğlunun hile-i siyasetini, Türkiye'nin en çok bisküvi üretiminin Karaman'da olduğunu, teşvikle birlikte hareketlenme başlayıp Konya'dan firmaların yatırıma gittiğini, toplu konutunu, elmasını, karpuzunu, ekmeğini, tozunu (yeşili az) yazmayı hedeflemiştim; ama bütün bunların detayı başka bir yazıya kaldı. Zaten belediye başkanının da ezberinden okuduğu Karamanlı Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" şiirinin son mısraında vurguladığı gibi, "Karaman yazıla yazıla bitmez"miş.

 

BÜYÜKSİNAN UZAK DEĞİL

Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar;
Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var.
Necip Fazıl

Bir Afrika atasözünde, "Uzak, değer verdiğin bir şeyin olmadığı yerdir" denir. Hayatımın ilk yirmi beş yılını mütevazı bir şekilde geçirdiğim Büyüksinan / Araplar Mahallesi bana hiç uzak olmadı, hep ısıttı beni. İlkokul yılları mahalleyi tanımaya, gözlemlemeye başladığımız; puştalarına saklanıp mezarlığından sarı güller topladığımız, Kavakaltındaki Cıngırıklı Kuyu'dan atını sulayan at arabacının arabasının arka alt selesine sinerek bindiğimiz, binemeyenin de hasedinden, "Amca, arkaya kamçı!" diyerek bizi müzevirlediği ve kafamıza gelen kamçı ile doğruca üzüm bağlarına ya da Ali Ağanın bahçesine kaçtığımız günler neden "uzak" olsun ki...
Belleğimde yer eden taptaze, sımsıcak, capcanlı o yılları şöyle bir hatırladığımda ruhumun ve bedenimin ağustos sıcağında soğuk suya girmiş gibi serinlediğini; ama üşümediğini hissediyorum. Bu tarz "nostaljik" yazılarda yaşadığımızı değil de hatırladıklarımızı yazıp hoş sâdâya bir kâse güzel anı taşımaktan daha ötesi beklenmemeli diyorum. Hayatının ilk yirmi yılını romanlaştıran ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak adlı eserinde, "İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır" diyerek yaşadığını değil de hatırladıklarını anlatmıyor muydu.

Triportör ve At Arabası

Bugün on dört kişiden fazla yolcu almayan -trafik mecburiyetiyle- dolmuş minibüslerin genç şoförlerinin, yirmi yıl önceleri yine on dört kişiye kadar yolcunun bindiği -ayaktakilerle- Arçelik marka, üç tekerlekli -triportör- dolmuşların geçmişinden haberdar olduklarını sanmıyorum. Tosba Taksi'nin -Wolkswagen- biraz büyüğü gibi olan, üstten uğur böceğini de andıran motosiklet direksiyonlu, simit değil, esasında yazın yakıp kışın donduran; ama yazın kapı pencere açıp doğal yolla serinletilen, kışın da yolcuların nefesiyle ısınan -şoför piknik tüple ısınır- bu küçük, şirin dolmuştan mahallemiz müdavimleri pek de memnundular. Fenni Fırın / Araplar hattı dolmuşunu bekleyip işe gideceklerinde yahut eve dönüşlerde pek kasıntılı olurlardı. Aheste yürüyüşleriyle de dolmuştan indikleri her hâllerinden belli olurdu.
At arabası ile yapılan dolmuşçuluğun tarihe karışacağını, mahalle toplu taşımacılığında -özel- triportörlerin milât olacağını at arabası sürücüleri pek akıl edemiyordu. Çünkü benzin, yedek parça vesaire. O masraflı bir makine idi.
At arabası ile dolmuşçuluğu hayal meyal hatırlıyorum. At arabaları dolmuşçuluktan yük taşıyıcılığına geçti. Bir müddet sonra o da zorunlu olarak bitti. Şehir içi trafiğine girmelerinin yasaklanması onların hazin sonlarının başlangıcıydı. Şimdilerde ise triportörlerin daha küçük kasalı ve iptidaisi yük taşımacılığı yapmaya çalışıyor. Nedense onların da şehir içi trafiğiyle sorunları var. At arabalarının dramatik sonuyla triportörlerinki örtüşüyor. Ee, ne demişler, çalma kapıyı çalarlar kapını.
O günlerin trafiği araç gürültüleri, egzoz gazları, korna seslerinden ziyade, bisiklet zili, at nalının ritmik şakırtısı ve arabanın tempolu takırtısıydı.
Akşam eve dönüşte atın boş olan arabasını öyle bir çekişi vardı ki toynağının ahengini, nal sesinin ritmini, hülasa atın hâlini görmeye değerdi. Arabacı atını Cıngırıklı Kuyu'dan ıslık çalarak sulayıp, yemciden atın arpasını da alarak yola revan oldu mu, at kuyruğunu hafifçe kaldırır, ben geliyorum dercesine tempolu koşar, arabacı ya bir türkü tutturur ya da bir keyif sigarası tüttürürdü. Keyfi beyde görülmeyen arabacı mahalleliyi kamçılı eliyle selâmlayarak günlük rızkını çıkarmanın mutluluğuyla huzur  yuvası na kavuşurdu.

Deli Bekçi ve Kuşçu Ali

Köprübaşı Karakolu bekçisi Alaaddin, nâm-ı diğer Deli Bekçi, iş çıkışında mahalledeki Hacı Bakkal'ın önüne gelip de düdüğünü uzun uzun iki kere öttürdü mü bütün çocuklar asfalt yolun kenarındaki kaldırım taşına tek sıra dizilip oturur ve beklemeye başlarlardı. Biraz irice iki oğlan çocuğu Deli Bekçi'nin yanında durur, biri biraz ürkek bir sesle, "Bağırttırayım mı?" diye sorar. Ceberut görünüşlü, katı duruşunun ardında ince bir ruhu olan Deli Bekçi, kafasını tamam anlamında sallayarak başlama iznini verir. İki çocuk ağız birliği yapmışçasına, "Deli bekçi! Pis bekçi! Mundar bekçi!" diye bağırarak oturan çocuklara ayak -yol- verirler ve onlar da yüksek sesle üç defa bağırırlar. Görevli iki çocuk arkaya döner, ikinci slogan için hazır olduklarını gösterirler, yine kafa işaretiyle izni alıp bir ağızdan, "Allah, Deli Bekçi'ye akıl versin!" diye bağırıp çocukların da üç defa tekrarlamasını sağlarlar. Bu usulle üçüncü sloganı da, "Allah'ım, Deli Bekçi'yi affet!" diyerek tamamlayan çocuklarının duaları semaya yükselir. Deli Bekçi bakkala seslenir, "Hacı! Tart getir oradan bütün şeftalileri!"
İki görevli çocuk, şeftali kasalarını getirirken olgun / iri şeftalilerden paylarına düşeni gözüyle kestirip dağıtımda elleriyle gölgelerler ve bütün çocuklara birer birer şeftalileri dağıtırlar.
Bu rituel yıllarca, bahar ve yaz günleri ikindi namazını takiben hep devam edegeldi. Bakkalda çocukların severek yiyebileceği ne varsa alınıp dağıtıldı.
Mahallenin tek, heybetli, haşmetli bekçisi Alaaddin Beyi, komşuları ve ailesinin anlayamamasına anlam veremiyordum; ama çocukların bekçiyi, bekçinin de çocukları anladığını anlamıştım o zaman. Allah rahmet eylesin rindî bekçi. Veren el olmanın, nefsi ayaklar altına almanın, abd-i acizliğin mahalledeki sembolüydü Deli Bekçi.
Konya'mızda her mahallenin delisi, velisi, topçusu, kuşçusu vardır. Ama Araplar Mahallesi'nin kuşçusuyla topçusu (futbolcu) meşhur olurdu. Birçok kaliteli topçu mahalle aralarında gençliğini tüketirken şansı yaver giden çok azı da İdmanyurdu, Gençlerbirliği ve Konyaspor'da top koşturma mutluluğuna erişmişti.
Kuşçuluğun takımı ve ligi yoktu. Zaten olsa da Kuşçu Ali ligler üstü idi. Konya'da tektendi. İki yüzün üzerinde oyunlu, taklambaç kuşu olan Ali, ay geçmezdi ki kolunu, ayağını kırmasın. Yolda yürürken, damlarda kuş uçururken sürekli havaya bakan Kuşçu Ali'nin kırılan kolu, çıkan ayağının ilâcı Kırıkçı Hasan Ağa idi. Kuşçu Ali'nin pazar günleri gösteri uçuşu yaptırıp, bir yandan kuşları gözüyle takip ederken öte yandan Elifli, Mardinli, Limonlu, Zitkara, ak, önden perçinli, arkadan perçinli gibi, adlarıyla tanıtıp tüm özelliklerini, marifetlerini ve yalnızca kendinde bulunduğunu ballandıra ballandıra, övünerek, şişinerek anlatışından onlarca gencin kuşçuluğa merak sardığını biliyorum.

Ev ve Hayat

Büyüksinan Mahallesi şehir merkezinden biraz dışarıda -şimdilerde tam ortada- olması köy ile şehir hayatı arasında bir yerde durmasını da kaçınılmaz kılıyordu. Mahalle sakinlerinin büyük bir kısmının yakın civar köylerle bağlantısı vardı. Zaten köyden şehre gelenler, şehrin köylerine giden yolun başlangıcı civarına yerleşiyorlardı. Mahallelerde kendi köylerini yeniden oluşturuyorlardı da diyebiliriz.
Birkaç tane iki katlı evin bulunduğu mahallemizde tek katlı bahçeli evler çoğunlukta olup örtmesi, ahırı, yakacaklığı, tandırı hayatın -bahçenin- olmazsa olmaz küçük yapılarıydı. Ata erkil ailenin ihtiyacını karşılaması amacıyla her ahırda bir iki inek, sekiz on tavuk bulunur, bazen mevsimlik olarak etlik ya da kurbanlık koyun da beslenirdi.
Mahalleli sabahları, sığır sürüsünün İsmet Paşa İlkokulu civarından başlayıp toplanarak geldiğini, çobanın kendine has üslûbuyla bağırıp çağırışından anlar, kapılar gıcırdayarak birer birer açılır ve inekler sürüye dahil olur. Aslım mevkiine (şimdi sanayi siteleri ve toplu konutlar mevcut) doğru gider, yayılır ve akşam ezanı öncesinde aynı güzergâhtan geri döner. Merada yayılıp dönen sürünün her bir uysal ineği evine yaklaştığında sürüden ayrılır, kapıya geldiğinde bir defa böğürür ve kapının açılmasını bekler. Baharın sürüye katılan inekler güzün sonuna kadar devamlı bu şekilde meraya gider gelir. Evin kadını işliğini giyer, ineğiyle hasbıhâl eder, onu sevip sırtını sıvazlar ve besmeleyi çekip sütünü sağmaya başlar. Her evde bulunan kollu süt makinesiyle süt çekilip kaymağı ayrılır. Artık yapılsın yoğurtlar, yağlar, peynirler, sütlüler...
Yoğurdun çalacağı, peynirin mayası, sütlünün pirinci evde kalmamışsa komşudan istenir, gelen tabak boş gönderilmez, ertesi gün sabah namazını müteakiben yapılan tandır ekmeği, yanında peynirli tandır böreği, sütlü yahut peynir gönderilir. Kaldı ki boş tabağı doldurmanın yanında tandırdan çıkan sıcak ekmekten, "Kokar, günah olur, canı çeker" denerek sokaktaki tüm komşulara ekmek dağıtıldığını çok iyi hatırlıyorum.
İyiliğin, yardımlaşmanın, hesapsızca sevginin zirvede olduğu abartısız, reklâmsız, israfsız o güzelim tarz-ı hayatın o güzel günleri, teknoloji ve modernitenin çağdaş köleleri olan bizlerin, bu güzellikleri hasretle andığımızı, bunun eksikliğini her gün, her an hissettiğimizi söylememize gerek var mı?
Apartmanımızın, mahallemizin bize uzak kalmasının nedenleri günümüzdeki sentetik ilişkiler, menfaatçilik, hızlı ve israflı yaşam değil midir?
Yapay sitelerde geçirdiğimiz yılları şöyle bir göz önüne getirelim. Değer verdiklerimizden ne kaldı geriye? Değerlerimizin azalmaması, mahallemizin bize uzak olmaması için vakit geçirmeden çağdaş mekân ve modern enstrümanlarla değerlerimize koşalım, değerlerimize değer katalım, hayatı anlamlı kılalım.

 

HALEP ORADAYSA AKŞEHİR BURADA

Kulları var hocasından tapılı
Surları var, lâl ü mercan yapılı
Bir şehr gördüm üç yüz altmış kapılı
Kimin açıp kimin örtmeye geldim
Yunus Emre

Tarihi emziren ve hatta aktörüne, tanığına, sanığına kol kanat gerip medeniyetlere beşiklik eden, dünü bugün de dipdiri, taptaze yaşamasını bilen numune-i şahane bir beldedir Akşehir.
Lidya'nın başşehri Sardis'ten Ninova'ya uzanan tarihî kral yolu üzerinde önemli bir merkez olan Akşehir'in ipek yolu, hac yolu ve şimdi Ege'ye açılan karayolunun kenarında bulunması dünün bugüne tezahürünün bir göstergesi değil midir?
Hititler, Frigler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Beylikler, Osmanlı Devleti gibi her biri yüzlerce yıl hüküm sürmüş, taş üstüne taş koyup medeniyetlerin inşasında aktör olmuş devletleri, toplulukları, bir futbol takımının oyuncularını sayar gibi peş peşe sıralayıp tarihi, dünü hızlıca geçmek işin kolayı olsa gerek. Ama zamanın eskitemediği şehirleri, gergef gibi işleyen bu medeniyetler Akşehir'e, Konya'ya ve tüm insanlığa yapıp ettikleriyle tarihteki yerlerini aldılar.
Milâttan önce 3. yüzyılda Makedon prensin adıyla (Philomelos) kurulup Philomelion denildiği rivayet edilen şehre Tymbrion, Şehr-i Beyza, Belde-i Beyza, Akşar ve nihayetinde Akşehir denmiş.
Konyalı seyyah-yazarlar olarak  Akşehir'i gezip gören, yazan ilk değildik, son da olmayacağımızı biliyorduk. İbn-i Batuta, Kâtip Çelebi, Evliya Çelebi, Frederic Sarre, Clement Huart, Charles Texier gibi birçok seyyah Küçük Asya'yı gezmişler, yazmışlar. Yalnız, sadece gezgin olarak yazmamışlar; şehirci, sosyal bilimci, mimar, sanat tarihçisi gözüyle ve Akşehir'i, Ilgın'ı, Kadınhanı'nı, Konya'yı yazmışlar, çizmişler, fotoğraflamışlar. Pek tabiîdir ki hemşerimiz İbrahim Hakkı Konyalı'nın 1945 yılında hazırladığı Akşehir -Nasreddin Hocanın Şehri- adlı eser de dönemine göre fevkalâde bir çalışma olarak tarihteki yerini aldı.
Yüz on yıl önce Akşehir'e at yolculuğu ile geldiğini notlarından okuduğumuz Sarre; şehre yaklaşırken minarelerin beyaz parıltısını birkaç saat görerek geldiklerini anlatırken, aynı manzarayı bizim görebilmemizin imkânsızlığının müsebbibi modernite adına yapılan nahoş yapılaşmadan başka bir şey değildi.
Adeta açık hava müzesini andıran Akşehir'i 23 yıl önce Hıdırlık'tan (Hızırlık) seyrettiğimi hatırlıyorum. Yine aynı yerde arkadaşlarla çaylarımızı yudumlarken o anki manzarayı şimdi göremediğimi, seyir yerine dikilen çam ağaçlarının şehri temaşaya engel olduğunu belirttim. Ve devamla sekiz on ağaç kaldırılıp düzenli bir seyirgâh olsa ne iyi olur, hani her şey insan içindi ya, dedim. Sekiz on ağaç yerine yetkililer sekiz yüz ağacı başka yerlere dikebilirler.
Akşehir'in eski(meyen) mahallelerini gezerken Clement Huart'ın, şehrin yukarı mahallelerine çıkarken küçük sokakların ortasında tatlı şırıltılarla akan suların sesini dinliyorduk, diye belirttiği suların şimdi varlığı söz konusu değil; ancak o dar sokakların eskimiş asfaltları kaldırılıp taş döşenirse, eski evlerin restorasyonları yaptırılıp Safranbolu, Amasya, Beypazarı evleri gibi hem kullanıma, hem turizmin hizmetine sunulursa dünyanın ortası burası diyen ve insanları Akşehir'e çağıran Nasreddin Hocanın mesajına da katkıda bulunulup Türkiye'nin ve dünyanın dikkati buraya çekilebilir ve eminim bu hizmeti yapanın heykeli de şehrin girişine dikilir, adı da Akşehirlilerin gönlüne taht kurar.
Akşehir evlerinin yanı sıra tarihî eserlerinin birçoğunun restoreye, çevre düzenlemesine ihtiyaç duyduğunu belirtmem gerekiyor. Birini zikretmemiz gerekirse, Seydi Mahmut Hayrani Türbesi'nin geniş bahçesi düzenlenmeli, Ferruşah Mescidi tamir ve tadil edilip gezginlerin hizmetine sunulmalı.
Birçok eserde aydınlatıcı yazı, kitabe yok. Şehir içinde yönlendirici levhaların artırılması, gözden geçirilmesi gerekiyor.
Sultandağı asil, vakur, heybetli bir tanıklık abidesi. Savaşa, barışa, kavgaya, aşka, meşke, yeşile ve suya, hâsılı zamana tanıklığın timsali. Ve onun göğsüne güvenle yaslanmış Akşehir. Ve Akşehir'in enva-ı çeşit meyve ve sebzelerinin yetiştiği bağ ve bahçeleri. Ve Nasreddin Hocanın bindiği daldan topladığı elmalar. (Hoca bindiği dalı kesmez, elma toplar.) Ve Seydi Mahmut Hayrani hazretlerinin yetiştirdiği kirazlar. Ve Akşehirli Hasan'ın itina ile yetiştirdiği eriği, çileği. İşte bütün bunları Lidyalıya, Frigyalıya, Selçuklu'ya, Osmanlı'ya, Ankaralıya, Bursalıya ve düne, bugüne ikramın kaynağı lütufkâr Sultandağı ve eşsiz suyu.
1250 yılında I. İzzeddin Keykavus'un isteğiyle Sahip-Ata tarafından yaptırılan Taş Medrese kaç günde, kaç yılda tamamlandı bilmiyorum. Ama henüz yapımı tamamlanıp temmuzun başında hizmete açılan Akşehir Kültür Merkezi'nin doksan günde tamamlandığını belirten belediye başkanının yüzüne, şaka mı yapıyorsun anlamındaki hayretengiz bakışıma, şaşırmayın çok ciddiyim, tam doksan günde bitirildi, dedi. Üç katlı merkezde toplantı salonları, fuayeler, kafeteryalar ve sinema salonları bulunuyor. Kültür merkezinin kısa sürede tamamlanıp iç tefrişi ve dekorasyonunun bitirilmesi de hocanın fıkraları gibi. Güldürüp düşündürüyor, hatta hayret ettirip dudak ısırtıyor. Gülmece Parkı'nın yanına yapılan bu merkezin başka bir yerden taşınıp monte edilmesinin bile bu kadar zamanda yapılamayacağını düşünüyor, takdirlerimi ifade ediyorum.
Siz de Akşehir'in dününü, bugününü görüp tanık olmak istiyorsanız, Halep oradaysa Akşehir burada, diyorum.

Bölüm 1'i okumak için tıklayınız >>>

Bölüm 2'yi okumak için tıklayınız >>>

Bölüm 3'ü okumak için tıklayınız >>>

 
 
     
         
+20
+21°
+11°
Konya
Salı, 22
Çarşamba   +26° +10°
Perşembe   +25° +
Cuma   +24° +10°
Cumartesi   +24° +12°
Pazar   +26° +14°
Pazartesi   +23° +11°
altın fiyatları
Sözlük
Türkçe-İngilizce
 
www.altinekindernegi.org | © Copyright 2005 - | Designed by Adem ATÇEKEN